fbpx

Türk kahvesi dünya kahve pazarında nasıl rekabet edebilir?

Bugün 5 Aralık Dünya Türk Kahvesi Günü! Pek çoğumuzun günlük hayatının değişmez lezzetlerinden biridir Türk kahvesi. Peki böylesi bir günde, bu vazgeçilmez kahve rutininizi farklı bir perspektiften ele almaya ne dersiniz? Öyleyse alın kahvenizi ve yudumlarken bu kez, Türk kahvesinin alışkanlığı ötesinde, sizin için öneminin ayrıca farkına varın.

Düşünün; bu kahveyi diğerlerinden ayıran, onu özel kılan nedir sizin için? Tadı mı, sunumu mu, verdiği hissiyat mı? Sosyalleşme aracı belki de? Belki hiçbir anlam yüklemediğiniz sıradan bir içecek? Peki ya sizden şunu düşünmenizi istesek; bu kahveyi dünyanın herhangi bir yerinde hiç bilmeyen birine nasıl anlatırdınız? Onu ikram etmek istediğinizde nasıl pişirirdiniz, nasıl sunardınız? Bu kahveyi hangi yönüyle bilmesini isterdiniz?

Kaynak

Bizim hayatımızda artık kökleşmiş pek çok kültür ögesiyle bağdaştırdığımız bu içecek başka kültürden birisi için hiçbir anlam ifade etmeyebilir. İşte bu noktada bir içeceğin ötesinde, onun etrafında şekillenen bir kültür işin içine giriyor. Ve bir kültür ögesinin dünya perspektifinden nasıl göründüğü… Nitekim bu özel günü de adı üzerinde, Türk kahvesi ve dünya ilişkisi bağlamında ele almak istiyoruz. Türk kahvesinin dünyadaki yerini belirlerken burada temel nokta; haberdarlık, ulaşılabilirlik, farkındalık ve bilinirlik. İnsanların önce bu kahveye ulaşabilmesi gerekir ki hakkında bir fikre sahip olabilsin. Tam bu noktada işin içine pazarlama, makineleşme ve standartlaşma gibi pek çok sorunsal giriyor. Bunları tek tek ele alacağız ancak öncesinde çokça vurguladığımız ‘Türk kahvesi kültürü’ kavramının altını dolduralım.

Evlilik seremonilerindeki tuzlu kahveden, misafir ağırlamaya; fal ritüelinden, 40 yıllık hatırına… Şüphesiz kahvenin kültürümüzdeki yeri yadsınamaz. Öyle ki bir renk düşünün ismini kahvenin renginden alıyor; günün ilk öğünün adı dahi kahveden geliyor. Topraklarımızda kahve yetişmemesine rağmen Osmanlı topraklarında incelikli bir kültür haline gelip bir kimlik kazanan ve buradan dünyaya yayılan 500 yıllık bir gelenekten bahsediyoruz. Bizim için ne ifade ettiğinin hepimiz farkındayız. Peki ya UNESCO’nun Türk kahvesi kültürünü insanlığın ortak kültürel mirası olarak tescil ettiğini biliyor muydunuz?

UNESCO Listesi, Türk kahvesi için dönüm noktası

5 Aralık 2013 tarihinde ‘Türk Kahvesi Kültürü ve Geleneği’ UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsili Listesi’ne alındı. Türk kahvesine yönelik uluslararası farkındalığın büyük ölçüde artmasına katkıda bulunan bu önemli gelişme, Türk kahvesinin etrafında şekillenen zengin miras öğelerinin korunmasına yönelik ciddi bir adım atıldığı anlamına geliyor. O tarihten beri 5 Aralık’ı Dünya Türk kahvesi günü olarak kutluyoruz. Kahve, her ne kadar, bizim topraklarımızdan dünyaya yayıldıysa da sonradan ortaya çıkan pişirme teknikleriyle yapılan kahveler dünya kahve tüketimin çok büyük bir payını oluşturuyor. Dolayısıyla uluslararası platformda Türk kahvesinin yeniden değer kazanmasına dair birtakım gereklilikleri ortaya çıkarması noktasında, bu tarihin bizim için bir dönüm noktası olduğunu söylemek abartılı olmaz.

Bu arada Türk kahvesinin bir tür değil bir pişirme yöntemi olduğunun altını çizelim. Kahve, Osmanlı’da pişirildiği şekliyle dünyaya yayılmıştı ancak zamanla yeni denemelerle değişime uğradı. Süt, şeker gibi ürünler ilave edildi; farklı yöntemler geliştirildi. Günümüzde kahve üç temel usule göre hazırlanıp, bazı değişikliklerle çeşit sayısı arttırılarak hazırlanmaktadır. Günümüz tüketim toplumunda, diğer kahvelerle doğal olarak bir rekabet içinde bulunan Türk kahvesi ne yazık ki bu yarışta geride kaldı. Bunun elbette pek çok nedeni var ancak buna değinmeden önce dünya kahve pazarına bir göz atalım.

Dünyada kahve tüketimi ne durumda?

Petrolden sonra en büyük ticaret payına sahip ikinci ürün olmasından dolayı kahve, uluslararası boyutta büyük öneme sahip. Kahve 70’den fazla tropikal ülkede yetiştirilmekte ve dünyanın her yerinde tüketiliyor. Yıllık üretimi yaklaşık 8 milyon ton; yıllık ihracat değeri yaklaşık 20 milyar dolar. Dünyanın en çok kahve üreten ülkeleri Brezilya, Vietnam ve Kolombiya iken yıllık en yüksek kişi başı tüketim İskandinav ülkelerinde. Yaklaşık 12 kilo ile Finlandiya başı çekiyor.

Kaynak

Peki Türkiye, kahve tüketiminde ne durumda? Ülkemiz dünya genelinde kişi başına kahve tüketiminde 2018 yılında ilk defa 1 kilogram sınırını aştı. Son 10 yılda 350 gramdan 1,1 kilograma çıkan kişi başı yıllık kahve tüketimi, son 5 yıldaki gözle görülür yükselişiyle yüzde 13,2’lik bir artış gösterdi. Dünya kahve tüketimi ortalamasında küçük bir payı olan Türkiye yavaş yavaş orta sıralara yaklaşıyor. Kahvenin yeniden yükselişe geçtiğini belirtirken ‘Ülkemizde kahve her zaman zirvede değil miydi?’ diye sorabilirsiniz? Esasında kahvenin ülkemizde oldukça inişli çıkışlı bir serüveni var.

Ülkemizde kahve tüketiminin inişli çıkışlı serüveni

Türkiye’de kişi başı yaklaşık 3,5 kilogram ile en çok çay tüketiliyor. Öyle ki dünyada dahi bu açıdan ilk sıradayız. Nasıl oldu da kahve toplumundan bir çay toplumuna dönüştük?

Bu durum 1970’lerde ekonomik sebeplerden dolayı kahve ithalatının durma noktasına gelmesinden kaynaklanıyor. Ülkemizde kahve yetişmediği için bu dönemde ithalatta ödün verilen ilk ürün kahve. Çayın yükselişe geçmesi bu dönemlerde başlıyor. Daha sonraki dönemlerde ise Türk kahvesinin bu kez farklı sebeplerle düşüşe geçtiğini görüyoruz. 1980’lerin başında İthal ürün cennetine dönen Türkiye’de hazır kahve ve filtre dönemi başladı. Öyle ki alafranga kahveler revaçta olduğundan restoranlarda Türk kahvesi servis dahi edilmiyordu. Yani bir dönem gözden düştüğünü söyleyebiliriz. Öte yandan Türk kahvesi geleneksel olarak yapılıp içilmeye evlerde devam ediliyordu.

Kahve tüketim alışkanlıklarımız değişti

Ülkemizdeki kahve tüketimi için bir diğer aşama ise yabancı kahve zincirlerinin ülkemize girmesi. Bu durumun kahve tüketim alışkanlıklarımızda bir değişime yol açtığını söylemek mümkün. Pek çok farklı tarzda kahveyle karşılaştığımız bu dönemde, Türk kahvesinin yanı sıra diğer kahveler popülerlik kazanmaya başladı. Tüketim alışkanlıklarımız da değişmeye başladı.

Nitekim Türk kahvesi, bu yabancı kahve zincirlerinde kendine yer bulamıyordu. Kahvenin elde karton bardaklarla taşınması kültürümüzde oldukça yeniyken tüketim alışkanlarımız da değişmeye başladı. Elbette ki pek çoğumuzun günümüz hızlı modern toplumunda telaş içinde olduğunu düşünürsek karton bardaklar bir ihtiyacı karşılıyor. Ancak Türk kahvesi için bu durum bir gerilemeye yol açtı. Türk kahvesi, telvesini içinde barındırdığı için karton bardakta rahatlıkla tüketilecek bir içecek değil. Küçük porsiyonda sunulması da uzun uzun elde taşınan diğer kahvelerin yanında tercih edilebilirliği azaltıyor. Fakat espressolarda böyle değil. İtalyan kültürüne baktığımızda espresso tek içimlik bir shot gibi hemen tüketilebilirken; keyif ve sohbet  vurgusu yapılan Türk kahvesinin doğasına hızlı tüketme anlayışı pek uymuyor. Bu elbette Türk kahvesinin karton bardakta kesinlikle içilemeyeceği anlamına gelmiyor. Yalnızca onu tüketim açısından diğer kahvelerle karşılaştırdığımızda farklılaştıran noktalar bu şekilde. Bu bir dezavantaj mı yoksa onu özel kılan farklı bir unsur mu buna pazarlama noktasında değineceğiz.

Üçüncü dalga kahve akımı, kahveye ilgiyi arttırdı

Kahve tüketiminin ülkemizde son yıllarda ciddi bir yükselişe geçtiğini belirtmiştik. Bunun en önemli sebebi, üçüncü dalga kahvecilerin yaygınlaşması. Böylece bu yeni nesil kahve kültürünü halka taşındı. Üçüncü dalga, Türkiye’de olduğu kadar dünyada da kahvede kaliteye odaklanan yeni bir yaklaşım. Tüketiciye kahvenin özgün tat ve aromalarını sunabilmeyi hedeflenir. Dolayısıyla, kahvenin yeşil çekirdekten sunumuna kadar tüm sürecine odaklanabilen üçüncü dalganın, kahveye gastronomik bir bakış olduğu söylenilebilir. Bu da özellikle gençlerin kahveye ilgisini oldukça arttırdı. Farklı kahve türlerine dair farkındalığın artmasıyla kendine has özellikleriyle öne çıkan Türk kahvesi de yeniden ilgi odağı oldu. Bir anlamda genel kahve tüketimi arttıkça Türk kahvesi tüketimi de ciddi oranda arttı.

Türk kahvesi, dünya pazarındaki rekabette neden geride kaldı?

Her içilen 5 kahveden bir tanesi İtalyanların espresso yöntemiyle yapılıyor. Bizim kahve yöntemimize oranladığımızda ise her içilen bir kahve, 40 adet espresso yöntemine karşılık geliyor.  Biz dünya kahve pazarındaki rekabetimize çok geç başladık. Bu nedenle Türk kahvesi tüketimi dünyada arzu edilen noktada değil. Uzun yıllar rekabet edebilecek düzeyde olamamızın nedenlerini makineleşme, tazelik, standartlaşma ve pazarlama perspektifinden ele alacağız.

Türk kahvesinin standartlaşma sorunu

Türk kahvesinin dünyada karşılaştığı zorluklardan biri standart meselesi. Standart derken neyi kastediyoruz? Bir kahve çekirdeğinin fincanımıza gelmesi dört aşamadan oluşuyor; harmanlama, kavurma, öğütme ve pişirme. İşte tüm bu sürecin esaslarının net bir şekilde ortaya konması gerekiyor. Orta şekerli dediğinizde bunu oranı nedir örneğin? Ya da iyi bir Türk kahvesi için kahve çekirdeğinin ne kadar kavrulması gerekir? Temel mesele şu ki; hiç bilmeyen biri bu kahveyi yapmak istediğinde nereyi kaynak alması gerekiyor? Ne yazık ki yıllardır en büyük sorunlardan biri evrensel olarak kabul gören bir standardın bulunmamasıydı. Bu da geleneğimizin yanlış tanıtılmasına yol açıyordu. Nitekim bunun için yürütülen altyapı çalışmaları sonucunda Mayıs 2017’de Türk Kahve Kültürü ve Araştırmaları Derneği‘nin (TKKAD) organizasyonuyla, Kültür ve Turizm Bakanlığı‘nın da katkılarıyla ilk kez bir standardı arama toplantısı gerçekleştirdi. Şu anda TKKAD’nin sitesinde bir standart yer almaktadır. Bu durumun, diğer gastronomik ürünlerimizin standartlarının belirlenmesi noktasında da oldukça umut vadedici bir gelişme olduğunu söylemek mümkün.

Makineleşmede neden geride kaldık?

Küresel pazarda bir diğer geri kalma sebebi de makineleşme… Espresso türevi kahvelerin yaklaşık 100-125 yıllık bir makineleşme geçmişi varken biz ancak buna 2000’li yılların başında elektrikli cezvelerle dahil olabildik. Öncesinde Türk kahvesi, geleneksel yöntemle yani cezveyle pişiriliyordu. Cezve hala kullanılıyor ancak elektrikli cezveler pratik olması sebebiyle kahve tüketimine yeni bir boyut kazandırdı. Közde kahve, kumda kahve gibi başka geleneksel metodlar da var ancak günümüz koşuşturmacasında vakit ayırılabilecek bir uğraş değil. Artık Türk kahvesi içmek istediğimizde pratik bir şekilde çok kısa sürelerde kahveyi yapabiliyoruz. Diğer kahveler gibi aklımıza geldiğinde hemen ulaşılabilir olması tüketimine büyük katkı sağladı. Nitekim son yıllarda büyüyen bir pazar var. Türk sanayiinin geliştirdiği yüksek performanslı kahve makinaları mevcut. Sektörde; 5’i yabancı şirketin olmak üzere 20 markanın Türk kahvesi makinesi bulunuyor. Bunun dünya pazarındaki oranına baktığımızda ise satılan kahve makine sayısı yılda 55 milyon civarındayken Türk kahvesi makinesi ise 5 milyon civarında. Hızlı büyüyen bir pazarda henüz bu noktadayız. Daha kat edilecek çok yol olmasına karşın, son yıllarda yaşanan bu teknolojik gelişmelerin pazardaki yerimize olumlu katkı sağladığı aşikar.

Tazelik sorunu nasıl aşılabilir?

Türk kahvesinin zorluklarından biri de çok ince öğütülmesi. En küçük parçacık boyutuna sahip Türk kahvesi, bir pudra inceliğinde. Bu da onun havayla temas ettiğinde çok çabuk bozulmasına neden oluyor. Burada, birkaç dakikalık bir zaman diliminden bahsediyoruz. Doğası itibariyle Türk kahvesi, öğütüldüğü andan itibaren çok kısa bir sürede bayatlamaya başlıyor. Buna yönelik geliştirilen vakumlu paketler mevcut. Böylece çekilen kahve havayla temas edilmeden bir süre saklanabiliyor.

Eskiden Osmanlı saraylarında kahvecibaşılar vardı. Kahveler porsiyonluk olarak değirmende taze taze öğütülüp çekilerek hemen akabinde pişirilirken günümüzde buna mesai ayırmak neredeyse imkansız. Makineleşme yolunda en büyük engellerden biri Türk kahvesinin anlık olarak öğütülüp pişirilmesini sağlamak. Otomatik espresso makinelerindeki gibi kahve çekirdeğinin öğütülerek fincana ulaştığı bir sistem henüz Türk kahvesi için yok.

Türk kahvesinin dünyada bilinirliği nasıl arttırılır?

Türk kahvesinin dünyadaki bilinirliği açısından önündeki teknik engellerden bahsettik. Bunların aşılabilmesi için Ar-Ge çalışmaları arttırılmalı ve ulusal markalarımız özellikle Avrupa pazarında yer edinebilmek için çalışmalarını hızlandırılmalılar. Bunun bir de pazarlama boyutu var. Eğer bu kahveyi dünyada diğerleriyle rekabet edebilir seviyelere çekmek istiyorsak bazı stratejiler belirlememiz gerekiyor. Temel mesele, bu kahveyi ve kültürünü dünyaya doğru anlatabilmek. Onun sosyalleşme işlevi örneğin… İki dostun Türk kahvesini bahane ederek sohbet etmesi ya da kahve keyfinin tadının çıkarılması… Hızlı akan hayatta elinizde karton bardakla yürümek yerine hayatın içinde kendinize duraklar yaratarak kısa bir süreliğine bile olsa kahvenin keyfine vararak zamanı yavaşlatabilirsiniz. Türk kahvesine yüklenen bu işlevler bunu öne çıkarmak için vurgulanabilir.

Öte yandan lezzet vurgusu da önemli. Türk kahvesi telvesiyle birlikte sunulan tek kahve. Kahve çekirdeğinin fincanda dahi temasını kesmemesi, kahve aromatiğinin en iyi verilmesini sağlıyor. Telve aynı zamanda fal bakılmasına olanak sağlıyor. Bu işin eğlence kısmı. Fal kültürünün dünyada oldukça dikkat çektiği yadsınamaz bir gerçek. Bu ilgiden faydalanarak fal tanıtımı yapılabilir. Nitekim kahve falına baktırabildiğiniz telefon uygulamaları oldukça popüler.

Kahvenin etrafında gelişen pek çok yan ürün var. Yanında gelen suyu, lokumu, çikolatası, kahve fincanların özel tasarımı… Hoş bir görsellikle yapılan bir sunum her zaman ilgi çekici olacaktır. Çeşitli etkinliklerde kahve ikramı yaparak ürün tanıtımı yapılabilir. Bireysel olarak dahi Türk kahvesinin bilinirliğine katkıda bulunabilir aslında. Bununla ilgili olarak Türk kahvesi makineleri konusunda pazarda yeri olan Arzum’un CEO’su Murat Kolbaşı, yurt dışında gittiğimiz restoranlardan Türk Kahvesi talep etmemizin bile bir farkındalık yaratacağını vurguluyor. Bireyselliğin ötesinde yapılan kollektif işler de son derece değerli. Tanıtım filmleri, belgeseller, sosyal medya tanıtımları…

Kültürü doğru aktarmanın gerekliliği noktasında ‘gasto kültürel diplomasi’

Bu kültürü doğru anlatmanın gerekliliğinden bahsetmiştik. Bunun doğru aktarılabilmesi için gasto kültürel diplomasiden faydalanabilir. Turkish Coffee Lady olarak bilinen Gizem Şalcıgil White, bunun başarılı bir örneğini ortaya koyuyor. Kurduğu Turkish Coffe Lady Vakfı sayesinde Amerika’da Türk kahvesi kültürünün tanıtımına yaptıkları pek çok organizasyonla katkıda bulunuyor. ‘Türk kahvesi kamyonuyla’ geziyor örneğin. Cadde cadde dolaşarak Amerikalılara Türk kahvesi ikram ediyor.

Kaynak

Öyle ki Washington D.C’nin Belediye Başkanı Muriel Bowser, söz konusu vakfın girişimiyle 5 Aralık’ı ‘Dünya Türk Kahvesi Günü’ olarak tanıdığını duyurdu. Bunun bir gasto diplomasi başarısı olduğunu söyleyebiliriz.

Sonuç olarak Türk kahvesnin dünyada bilinirliğini arttırmasına dair daha yapılacak çok şey var. Ancak elimizde çok değerli bir kültür olduğunun farkında olmak önemli. Bunu doğru aktarabildiğimiz durumda, teknolojiyle kültürün harmanlandığı yeni bir pazarlama stratejisi de geliştirilerek Türk kahvesi dünya pazarında hak ettiği yere sahip olabilir.

 

Öne çıkan görsel: Flicker-Martina Pellecchia

 

Faiz, enflasyon ve döviz kuru ilişkisi

Son aylarda Merkez Bankası’nın verdiği faiz düşürme kararları sosyal medyada gündem oldu. Kararların açıklanmasıyla Türk lirasının diğer döviz kurları karşısında değeri düştü. Buna ek olarak Türkiye’de enflasyon da yükselmeye devam ediyor. Bu sebeple de hem sosyal medyada hem de TV programlarında bu kararlar çokça tartışıldı.

Türkiye’deki tartışma

Pek çok ekonomist faiz oranlarının arttırılmasını veya sabit kalmasını öneriyor. Bunun nedeni olarak ise enflasyonun yüksek olması gösteriliyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise faizin yüksek olduğu için enflasyonun yüksek olduğunu savunuyor. Bu iki görüş çatışmasıyla Türkiye’de yeniden “faiz sebep midir, sonuç mudur?” tartışması ortaya çıkıyor. Türk Lirası’ndaki değer kaybının ‘strateji’ olduğu görüşünde olan kişiler de var. Dahası bazı kesimler TÜİK’in enflasyon oranlarının da gerçek enflasyondan düşük açıklandığı iddia ediyorlar.

Politika Faizi nedir?

Merkez Bankası’nın açıkladığı faiz politika faizidir. Merkez Bankası’nın yeterli likidite bulunmadığında bankalara verdiği kısa süreli borçlar için aldığı ve piyasada fazla likidite bulunduğunda Merkez Bankası’nın piyasadaki parayı çekerek yaptığı borçlanma için verdiği faize politika faizi denir. Merkez Bankasının kullandığı politika faiz oranı, bir hafta vadeli repo işlemlerinde uygulanan faiz oranıdır. Türkiye’de politika faizini Merkez Bankası’nın Para Politikası Kurulu belirliyor.

Reel faiz nedir? Reel faizin yüksek veya düşük olması nedir?

Reel faiz enflasyondan arındırılmış faizdir. Nominal faiz ise görünen faizdir. Yatırımcılar faizden gelir elde etmek istediğinde reel faiz oranına bakarlar. Reel faiz oranı iki şekilde hesaplanır. İlk olarak;

Reel Faiz=Nominal Faiz-Enflasyon

Geçmişteki reel faizleri hesaplarken genelde yukarıdaki formül kullanılır. İkinci formül ise gelecek reel faizler için kullanılır. Enflasyonun yüksek olduğu ülkelerde genelde ikinci formülün kullanılması daha doğrudur. İkinci formül ise;

Reel Faiz= ((1 + Nominal Faiz) / (1 + Beklenen Enflasyon)) – 1

Bu formüllerdeki enflasyon yıllık enflasyondur. Reel faiz genelde mevduat faizi için hesaplansa da politika faizi diğer bankaların faiz oranlarını da etkilediği için politika faizi belirlemede enflasyon da(dolayısıyla reel politika faizi de) etkilidir.

Türkiye’deki reel faiz, nominal faiz ve enflasyon oranları

TÜİK’in açıkladığı verilere göre Ekim ayında TÜFE oranı %19.89’dur. Bu oranı enflasyon oranı olarak alabiliriz. Merkez Bankası’nın açıkladığı bu ayki politika faizi ise %15’tir. Bu verileri aldığımızda ilk formüle göre bu ayki reel faiz oranı 15-19,89=-4,89’dur. Yani reel enflasyon % -4,89’dur.

Merkez Bankası’nın yaptığı ankete göre yıl sonu beklenen enflasyon %19,31’dir. Buna göre ikinci formülü aldığımızda ((1+0,15)/(1+0,1931))-1=-0,03612438186 Buna göre reel faiz %-3,61’dir. Bu oranlara göre bankaların borç karşılığı Merkez Bankası’na vereceği miktarın veya borç karşılığı Merkez Bankası’ndan alacağı miktarın değeri asıl paraya göre  % -4,89 veya %-3,61 azdır.

Bazı ülkelerin politika faizi, enflasyonu ve reel politika faizi

Tabloda gayri safi milli hasılası en yüksek olan ülkeler ile enflasyonun en yüksek olduğu bazı ülkeleri verdik. Tabloyu incelediğimizde genelde enflasyon oranının politik faizden daha yüksek olduğunu görüyoruz. Fakat enflasyon ile politik faiz ilişkisini daha iyi görmek için 2015 ve 2021 yılları arasındaki enflasyon ve politik faizin değişimine de bakmak gerekir.

Aşağıdaki videoda bazı ülkelerin enflasyon ve faiz oranlarını görebilirsiniz. Bu ülkeleri seçerken özellikle enflasyonun yüksek olduğu ve Merkez Bankası’nın politika faizini belirlediği ülkeleri seçtik. Sudan, Güney Sudan, Yemen, İran, Venezüella gibi ülkelerde enflasyon yüksek olsa da Merkez Bankası politika faizi belirlemediği için almadık.

Grafikleri incelediğimizde Angola, Mısır ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti hariç genelde faiz oranlarını enflasyon oranlarından yüksek olduğunu görüyoruz. Son aylarda faiz oranını enflasyondan düşük tutan Brezilya ve Türkiye’de enflasyonun arttığını anlıyoruz. Nijerya’da ,Arjantin’de ve Azerbaycan’da ise faiz sabit tutulduğu halde enflasyonun arttığını görüyoruz. Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde ise faizi düşürüldüğünü ve enflasyonun düştüğünü görüyoruz.

Bazı ülkelerin döviz kuru ve faiz oranı

Bu ülkeleri aynı zamanda döviz kurlarını da inceledik. Bununla döviz kurları ve faiz oranları arasında bir ilişki olup olmadığına bakmak istedik. Buna ek olarak yukarıda aldığımız ülkelerin aynı zamanda döviz kurlarını en çok arttığı ülkeler arasında olduğunu öğrendik.

Grafiklerin son kısımları incelendiğimizde Özbekistan, Sierra Leone, Surinam, Nijerya, Kazakistan, Azerbaycan ve Gana’da döviz kurlarında ve faiz oranlarında fazla bir değişiklik görmüyoruz. Mısır ve Kongo’da ise faizler düşürüldüğü halde dövizde bir değişiklik olmamıştır. Tacikistan’da ve Türkiye’de faizler düşürülürken döviz kuru ise yükseliyor. Angola ve Brezilya’da ise faizler yükseltiliyor döviz kuru düşüyor. Son olarak Arjantin’de hem faiz hem döviz kuru artıyor.

Omicron varyantı hakkında ne biliyoruz?

Omicron olarak adlandırılan yeni Covid-19 varyantı, 24 Kasım Çarşamba günü Güney Afrika’da tespit edildi.26 Kasım 2021’de DSÖ, B.1.1.529 varyantını, DSÖ’nün Virüs Evrimi Teknik Danışma Grubunun  (TAG-VE) tavsiyesi üzerine yeni bir varyant olarak tanıdı. Bu yeni duyuru büyük endişeye sebep oldu. Yayılmayı durdurmak için tekrar uluslararası seyahat kısıtlamalarının getirilmesiyle ilgili söylemler gündeme geldi. Varyantın varlığı ilk olarak Güney Afrika tarafından bildirilmiş olsa da varyant, Belçika, Botsvana, Almanya, Hong Kong, İsrail, İtalya ve Birleşik Krallık’ta da tespit edildi. Aslında bu, varyantın zaten yayıldığı anlamına geliyor.

Omicron varyantının ilk kez görüldüğü yerler.

Güney Afrika’nın Durban kentinde perşembe günü gerçekleşen, Güney Afrika sağlık bakanlığı basın toplantısında, KwaZulu-Natal Üniversitesi’nde Bulaşıcı Hastalık Uzmanı Dr. Richard Lessells, “Mutasyon profili bizi endişelendiriyor, ancak şimdi bu varyantın önemini ve pandemiye yanıt için ne anlama geldiğini anlamak için çalışma yapmamız gerekiyor” dedi.

Bulaşıcılık ve hastalığın şiddeti

Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ), ”Omicron’un Delta dahil diğer varyantlara kıyasla daha bulaşıcı olup olmadığı henüz belli değil. Güney Afrika’nın bu varyanttan etkilenen bölgelerinde testi pozitif çıkan insan sayısı arttı, ancak bunun Omicron’dan mı yoksa diğer faktörlerden mi kaynaklandığını anlamak için epidemiyolojik çalışmalar sürüyor” dedi.

Güney Afrika Salgın Yönetimi ve İnovasyon Merkezi-Kaynak: BBC

DSÖ’ye göre: Omicron spesifik bir enfeksiyonun bir sonucu olmaktan ziyade, genel olarak enfekte olan insan sayısının artmasından kaynaklanıyor olabilir. Şu anda Omicron ile ilişkili semptomların diğer varyantlardan farklı olduğunu gösteren hiçbir bilgi yoktur. İlk bildirilen enfeksiyonlar üniversite öğrencileri arasındaydı – daha hafif hastalığa sahip olma eğiliminde olan daha genç bireyler – ancak Omicron varyantının ciddiyet düzeyini anlamak günler ila birkaç hafta sürecektir. Dünya çapında hakim olan Delta varyantı da dahil olmak üzere COVID-19’un tüm varyantları ciddi hastalık veya ölüme neden olabilir.

DSÖ 27 Kasım 2021 Güncellemesi ile, Omicron’un insandan insana daha kolay yayılıp yayılmadığının veya varyantla enfeksiyonun diğer suşlara kıyasla daha şiddetli hastalığa neden olup olmadığının “henüz net olmadığını” söyledi. Bulaşıcı Hastalıklar Uzmanı Dr. Anthony Fauci, ABCNEWS‘e verdiği demeçte: “Mutasyonlar, daha bulaşıcı olacağını ve monoklonal antikorların ve iyileşen plazmanın ve hatta belki de aşı tarafından indüklenen antikorların bazı korumasından kaçabileceğini kuvvetle önerecektir” dedi.

Güney Afrika Tabipler Birliği Başkanı Dr. Angelique Coetzee’ye BBC’ye, ”şimdiye kadar varyant vakaları öncelikle genç insanlarda ortaya çıktı ve onları bitkin ve vücut ağrılarıyla bıraktı” dedi. BM Sağlık Ajansına göre, daha önce Covid’e yakalanan kişilerin Omicron ile yeniden enfekte olma riskinin yüksek olabileceğini öne sürse de, şu anda bilgiler sınırlı.

Uzmanlar yeni varyantın protein çıkıntılarındaki mutasyonlardan kaygılandırıyor. Kaynak: BBC

Profesör Tulio de Oliveira, “Bu varyant, daha önce dolaşımda olan varyantlardan çok farklı” dedi ve ekledi: “Varyant bizi şaşırttı. Evrim sürecinde büyük bir sıçrama ve beklediğimizden çok daha fazla sayıda mutasyona uğramış” dedi. Bir basın toplantısıyla bulguları açıklayan Oliveira, varyantta 50 mutasyon olduğunu ve bunların 30’dan fazlasının virüsün dış yüzeyindeki protein çıkıntılarında bulunduğunu söyledi.

Aşıların etkinliği

DSÖ, aşı olunmasını tavsiye ederek mevcut aşıların koruyucu olacağını şu sözlerle duyurdu: dolaşımdaki baskın varyant Delta’ya karşı da dahil olmak üzere, ciddi hastalık ve ölümlerin azaltılmasında kritik önem taşıyor. Mevcut aşılar ciddi hastalık ve ölüme karşı etkili olmaya devam etmektedir.  Aynı zamanda Fauci de, ”aşılar hala işe yarıyor ve hala kendinizi virüsten korumanın en iyi yolu” dedi.

Kaynak: www.dw.com/tr

ABD’li üst düzey sağlık yetkilileri, aşı olmanın en iyi savunma yöntemi olduğunu söyledi. Uzmanlar, aşıların Omicron’a karşı ne kadar etkili olduğunu öğrenmenin haftalar alabileceği konusunda uyardı.

Mevcut testlerin etkinliği

”Yaygın olarak kullanılan PCR testleri, diğer varyantlarda da gördüğümüz gibi, Omicron enfeksiyonu da dahil olmak üzere enfeksiyonu tespit etmeye devam ediyor. Hızlı antijen tespit testleri de dahil olmak üzere diğer test türleri üzerinde herhangi bir etkisinin olup olmadığını belirlemek için çalışmalar devam etmektedir” diyen DSÖ, PCR testlerinin yeni varyantı tespit etmek için de güvenilir olduğunu söyledi.

Auckland Üniversitesi’nden Öğretim Görevlisi Dr David Welch’e göre, varyantları tanımlayabilen tüm genom dizilimini tespit etmek, “çok daha yavaş ve daha zahmetli” bir iş. Welch, “Bu basit test [PCR], Omicron’un yayılması hakkında başka türlü sahip olamayacağımız birçok veri sağlayacaktır” dedi. DSÖ, PCR testlerinin bu varyant için bir “belirleyici” olarak kullanılabileceğini söyledi. Yeni Zellanda Sağlık Bakanlığı Sözcüsü, Yeni Zelanda’da kullanılan standart PCR testinin, Omicron’u tespit ettiğini doğruladı. Fakat yine de yeni varyantın genom dizilimi incelenmeye devam ediyor.

Alınan önlemler

Uzmanlar maske ve sosyal mesafe, aşılanma gibi Covid-19’un yayılmasını durdurmak için kanıtlanmış stratejilerin Omicron varyantı için de uygulanması gerektiğini fakat daha fazla bilgi verebilmek için yeni varyant hakkında detaylı araştırmalar yapıldığını belirtiyor. Bunların dışında basında, uluslararası seyahat kısıtlamaları getirileceği haberleri yer alıyor. Nitekim, Japonya pazartesi günü, korona virüsün yeni Omicron varyantı sebebiyle sınırlarını tüm yabancı gezginlere kapattı. Sonrasında İsrail ve Fas da ona katıldı. Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Kanada ve Avrupa Birliği ise yalnızca Güney Afrika’dan gelen yolculara yasak getirdi. Türkiye’de yeni varyanta karşı, Güney Afrika ve komşu ülkelere yönelik seyahat kısıtlamaları getirdi.

Zihinsel bir kısayol; doğrulama yanlılığı

Hepimiz sosyal medyada zaman zaman paylaşım yapıyoruz ve pek çok gönderiye maruz kalıyoruz. Ancak kimi zaman, neyi neden paylaştığımızın ya da karşılaştığımız gönderinin bizde nasıl bir etki bıraktığının ayrımına varamıyoruz. Elbette bilinç düzeyinde bunun farkında olmamız o an için pek mümkün değil.

Diyelim ki sosyal medyada geziniyoruz. Karşımıza bir söylem çıktı. Okuduk, beğendik, üzerine pek düşünmedik ve paylaştık. Ya o paylaşımımızla yanlış bir bilginin yayılmasına sebep olduysak? Bu, paylaşımın bir sonucu. Bir bilginin yanlış olup olmadığını anlamanın ipuçlarına başka bir içeriğimizde değinmiştik. Peki ya biz neden yanlış bilgi paylaşıyoruz? Esasında psikolojimiz, bizi yanlış bilgiye karşı savunmasız hale getiriyor.

Yanlış bilgilendirme psikolojisi 

Temelde, yanlış bilgilendirme psikolojisi, bizi doğru olmayan şeylere inanmaya teşvik eden zihinsel kısayollar, karışıklıklar ve yanılsamaları içeriyor. First Draft’ta Tommy Shane tarafından yazılan ‘Yanlış bilgilendirme psikolojisi: Neden savunmasızız?’ makalesinde bu psikoloji, pek çok kavramla açıklanıyor. Biz de bu içeriğimizde zihinsel birer kısayol olan bu kavramlardan birini ele almak istedik.

Bir bilgiyi neden paylaştığımız noktasına geri dönecek olursak; ya bunu mevcut inancımızı pekiştirmek için paylaşıyorsak? O halde bir doğrulama yanlılığıyla karşı karşıyayız demektir ve büyük olasılıkla, bilinç altında meydana gelen bu kavramın karar verme sürecimiz üzerindeki etkisinin farkında değiliz. Dolayısıyla doğrulama yanlılığından kaçınmanın ilk adımı bunun farkında olmaktır. Farkında olmak için bu kavramı detaylı bir şekilde anlamaya ne dersiniz?

Konuya ilişkin, Decision Lab’de yayımlanan ‘Neden mevcut inançlarımızı tercih ediyoruz?’  ve Very Well Mind’da yer alan ‘Doğrulama yanlılığı nasıl çalışır?’ makalelerinden faydalanarak bir içerik hazırladık.

Doğrulama yanlılığı nedir?

Doğrulama yanlılığı; kişilerin kendi inanç, düşünce ve varsayımlarını destekleyen ya da teyit eden bilgileri kayırma, dikkate alma ve öne çıkarma eğilimidir.  Yine aynı şekilde kişiler, mevcut inançlarına ters düşen bilgileri de ihmal etme, yok sayma eğilimindedir. Yani temelde inançlarımız, onları destekleyen bilgilere dikkat ederken, aynı zamanda onlara meydan okuyan bilgileri görmezden gelmeye dayanır. Burada esas nokta, bizde önceden var olan inanç ve görüşlerimizi doğrulayan bilgileri tercih etmemiz veya bir bilgiyi yorumlarken mevcut inançlarımızdan faydalanmamız.

Bu fenomen, ilk olarak 1960 yılında bilişsel psikolog Peter Cathcart Wason tarafından doğrulama yanlılığı olarak tanımlandı. ‘Kural Keşfi Testi’ olarak bilinen bir dizi deney neticesinde, insanların İnsanların mevcut inançlarını doğrulayan bilgileri arama eğiliminde olduklarını gösterdi. Bir diğer büyük bir çalışma da 1979 yılında Stanford Üniversitesi‘nde gerçekleştirilerek  onaylama yanlılığının psikolojik dinamiklerini araştırıldı. İdam cezası konusunda karşıt görüşlere sahip iki gruba konuyla ilgili iki hayali çalışma sunuldu. Hem idam cezasını destekleyen hem de onu çürüten kanıtlarla karşı karşıya kaldıktan sonra, her iki grup da orijinal duruşlarına daha fazla bağlı olduklarını bildirdiler. Konumlarına meydan okunmasının net etkisi, mevcut inançlarının yeniden sağlamlaştırılmasıydı.

Zihnimiz kısayollar kullanır

Pek çoğumuz görüşlerimizin rasyonel, mantıklı ve tarafsız olduğunu hissederiz fakat gerçek şu ki hepimiz doğrulama yanlılığına karşı duyarlıyız. Örneklerle bunu ele alacağız ancak öncelikle, bilgi toplarken ve yorumlarken kullandığımız bu kavramın zihinsel bir kısayol olduğunu belirtelim.

Bir bilgi karşısında kanıtları değerlendirmek zaman ve enerji gerektirdiğinden beynimiz, süreci daha verimli hale getirmek için kısayollar arar. Bu sayede sorunlar karşısında hızlı karar verilmesine olanak sağlanır. Dolayısıyla ‘sezgisel’ bir yöntem olan bu zihinsel kısayollar, karar verme süresini kısaltır. Böylece fazladan bir çaba harcamamıza gerek kalmaz.

Sezgisel yöntemler karar verme süreçlerini etkilediği gibi karar öncesi bilgi edinme süreçlerini de etkileyebilir. İnsanlar genelde beklentilerine uygun bilgileri ararlar. Başka bir deyişle, hipotezlerini doğrulamaya çalışırlar. Öte yandan, en kolay ulaşılabilir hipotezler zaten sahip olduğumuz hipotezlerdir. Bunu yapmamız aslında mantıklı çünkü çoğu zaman bilgiyi hızlı bir şekilde anlamlandırmamız gerekir ve de yeni inançlar oluşturmak zaman alır. Sezgisel yöntemler birçok durumda oldukça yararlı olabilir. Makalede bu durum atalarımızın avlanması örneği üzerinden örneklendirilmiş.

“Atalarımızın avlandığını düşünün. Kızgın bir hayvan onlara doğru koşuyor. Yerlerinde mi kalmalılar yoksa koşmalılar mı? Buna karar vermek için sadece birkaç saniyeleri var. Tüm farklı değişkenleri göz önünde bulunarak düşünüp taşınılmış bir karar verebilmek için yeterince zaman yoktur. Ancak geçmiş deneyim ve içgüdü onların hayvanın büyüklüğüne bakıp kaçmalarına neden olabilir. Birçok evrimci bilim insanı, modern dünyada hızlı kararlar almak için bu kısa yolları kullanmamızın hayatta kalma içgüdülerine dayandığını belirtmiştir.”

Yanlılık nerede oluşur?

Sezgisel yöntemler bazı durumlarda faydalı olabileceği gibi bilişsel ön yargılara sebep olabilir. Bilişsel ön yargı, insanlar çevrelerindeki dünyadaki bilgileri işlerken ve yorumlarken ortaya çıkan ve verdikleri kararları ve yargıları etkileyen sistematik bir düşünce hatasıdır. Doğrulama yanlılığı da bunlardan biri ve ele almak istediğimiz konu tam da bu. Makalede yer alan bir örnekle bunu açıklayalım;

“Jane, yerel bir kahve dükkanının yöneticisidir ve çok çalışmanın başarı ile eş değer olduğuna sıkı sıkıya  inanır. Bununla birlikte kahve dükkanının satışları son birkaç aydır düşüşte. Sıkı çalışma ve başarı ilişkisine dair olan inancı sebebiyle satışlardaki bu düşüşlerin personelin yeterince çalışmadığından kaynaklandığını düşünmektedir. Son zamanlarda öğle yemeği molalarını uzatan birkaç çalışana rast geldiğinden bu düşüncesi ona göre mantıklı. Sonuç olarak Jane, dükkanın çalışma saatlerini uzatmaya karar verir ve işi savsakladığını düşündüğü çalışanlarını işten çıkarmakla tehdit eder. Ancak artık çalışanların ücretleri için daha fazla harcama yapılırken bu çabalara rağmen kahve satışlarından bir ilerleme kaydedilemez. Ardından Jane, diğer kahve dükkanlarının yöneticilerine danışmaya karar verir. Bu yöneticiler satış düşüşünün nedeni olarak dükkanın yeni ve daha az görünür olan konumunu öne sürmektedir. Esasında dükkanın düşen gelirlerinin sebebi dükkanın kötü konumudur. Ancak Jane, başarının en önemli ölçütü olarak gördüğü sıkı çalışmaya inandığından, çalışanların çaba eksikliğini asıl neden olarak görüp yanlış tanımlama yapmakta ve gerçek nedene işaret eden asıl meseleyi görmezden gelmektedir. Nitekim bu durum, Jane’in önceden var olan inançlarına uyan kanıtları fark etmesine ve kendisini daha fazla inandırmasına neden olan doğrulama yanlılığının bir sonucudur.”

Bireysel ve sistematik etkiler

Yalnızca varsayımlarımızı doğrulayan kanıtlara odaklanırsak, objektif kararlar veremeyebiliriz. Bu durum, hem kariyerimizde hem de günlük hayatımızda önemli bilgileri gözden kaçırmamıza neden olabilir. Yetersiz bilgilendirilmiş bir kararın ideal olmayan sonuçlar üretme olasılığı daha yüksektir. Bir işletme yöneticisi, benzer fikirlerle geçmişteki olumsuz bir ilişki nedeniyle yeni bir fırsatı araştırmakta başarısız olabilir.  Bazen doğrulama yanlılığı göstermemizin bir nedeni benlik saygımızı korumasıdır. Hiç kimse kendileri hakkında kötü hissetmekten hoşlanmaz ve bazen değer verdiğimiz bir inancın yanlış olduğunun farkına varmak bu etkiyi yaratabilir. Köklenen görüşler genellikle kimliklerimizi oluşturur. Dolayısıyla onları çürütmek bazen acı verici olabilir. Yanlışlanmanın  zekadan yoksun olduğumuzu gösterdiğine bile inanabiliriz. Sonuç olarak, genellikle mevcut inançlarımızı çürütmek yerine destekleyen bilgiler ararız.

Bireysel doğrulama yanlılığının rahatsız edici etkileri olabilir. Eğer ön yargılarımız, yalnızca onları destekleyen kanıtları dikkate alacak kadar derinden kök saldıysa bu durum daha geniş bir sosyo-politik iş birliğini engelleyebilir. Yani esasında bireysel gibi görünen etkiler toplumda bazı sistematik etkilere de sebep olabilir. Büyük toplumsal bölünmeler, aslında mevcut inançlarımızı doğrulayan bilgileri tercih etme ve kanıtları görmezden gelme eğilimimizle başlayabilir.

Nasıl önlenir?

Ön yargıların düşüncenizi nasıl etkileyebileceğini düşünün. Peki bu nasıl önlenebilir? Burada en önemli nokta farkındalık. Doğrulama yanlılığını aşma konusunda son derece bilinçli olmamız gerekir. Eğer etkisini ve nasıl çalıştığını anlarsak karar verme sürecimizde onu tanımlamamız daha olasıdır. Dolayısıyla bu kavramı bilip var olduğu gerçeğini kabul edersek bununla daha kolay başa çıkabiliriz. Peki bunun için neler yapılabilir? Öncelikle, karşıt görüşleri merak edip, başkalarının söylediklerinin nedenlerini dinleyerek onları tanımak için çaba gösterebiliriz. Bu, sorunları başka bir perspektiften görmemize yardımcı olabilir. Öte yandan, kararlarınızı etkileyen faktörleri iyi analiz etmek önemlidir. Bunun arka planında nasıl düşünceler ve deneyimler yattığını düşünün. Aşırı güven ve kişisel çıkar gibi faktörler var mı? Görüşünüzü desteklemediği için mi ilgili bilgileri görmezden geliyorsunuz? Bu noktada, seçimlerinizi etkileyen faktörlerin neler olduğunu fark ederseniz, ön yargılarınıza aktif olarak meydan okumaya başlayabilirsiniz. Bu sayede daha eleştirel bir düşünür olabilirsiniz. Karar verme sürecinde tarafsız bir gerçek temeli ile başlamaya odaklanmalıyız. Bu, daha nesnel bir bilgi gövdesi oluşturmak için gerçekleri toplayan bir üçüncü tarafa sahip olarak başarılabilir. Sonuç olarak doğrulama yanlılığını tamamen ortadan kaldırmak pek olası olmasa da bu önlemler bilişsel ön yargının yönetilmesine ve bunun ışığında daha iyi kararlar alınmasına yardımcı olabilir.

Şiddet türleri ve medyada kadına yönelik şiddet algısı

Şiddet sonuçları itibariyle sadece şiddet gören kişiyi değil geniş ölçekte toplumu ve uzun vadede geleceğimizi etkiliyor. Şiddete maruz kalan kişiler kadar şiddet mağdurunun yakınları da zarar görüyor. Bu dalga büyüdükçe toplumsal travmalara sebep olarak ilerlemenin, gelişmenin ve en önemlisi toplumsal huzur ve güvenliğin önündeki en büyük engellerden biri haline gelebiliyor. Ne yazık ki dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kadına yönelik şiddet, önlenemez şekilde devam ediyor.

25 Kasım Uluslararası Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nde, insan hakkı ihlali olan ve coğrafi sınır tanımaksızın tüm dünyada varlığını sürdüren şiddete karşı duyarlılığı artırmak önemli. Kadına yönelik şiddet; dil, din, ırk, sınıf, etnisite, mezhep, cinsiyet ayırt etmeksizin tüm toplumların ortak sorunu. Her zaman olduğu gibi şimdi ve gelecekte de şiddete kaşı topyekün mücadele kesintisiz devam etmelidir.

Bu küresel soruna karşı toplumsal bilinç kazandırmak adına bir araştırma yaparak, şiddet türlerine dair yanlış bilinenleri ve kadına yönelik şiddet gerçeğinin medyadaki temsil şeklini değerlendirdik. Literatür taraması ile veri tabanlarında son 10 yıl içerisinde «kadına yönelik şiddete medyadaki bakışın» değerlendirilmesi amacıyla yapılmış araştırmalardan ve yazılmış makalelerden bilgi aldık.

Birçok olumsuz davranış şiddet kapsamına giriyor

Neredeyse her gün yeni bir evlilik ya da ilişki içi şiddet vakasına medya aracılığıyla şahit oluyoruz. Çoğunlukla da bir eşin diğer eşe genellikle de erkeğin kadına uyguladığı şiddeti duyuyoruz. Şiddetle mücadele için çalışan pek çok resmi ya da sivil toplum kuruluşu önleyici ve sonrasında koruma amaçlı önlemler almaya çalışıyor. Ne yapılırsa yapılsın şiddetle ilgili çalışmaların yetersiz kaldığını ve tam bir çözüme ulaşmadığını görüyoruz. Belki de sebebi  toplumda şiddetin sadece ”fiziksel güç uygulamak” olarak tanımlanması. Şiddet kapsamına giren birçok davranıştan bi haberiz. Oysa ki şiddeti dört temel başlıkla tanımlayabiliriz.

  1. Fiziksel şiddet: Tokat atmak, vurmak, bir şey fırlatmak, tartaklamak, tekmelemek, sürüklemek, bıçak veya silah gibi aletlerle zarar vermek.
  2. Cinsel şiddet: Zorla ilişkiye, doğurmaya ya da doğurmamaya zorlamak. Zorla ve erken yaşta evlendirilmek.
  3. Sözlü/ Duygusal/ Psikolojik şiddet: Tehdit, aşağılama, cezalandırma, utandırma, aşırı eleştirme, yalan söyleme, manipülasyon, yargılama, suçlama, aşağılayıcı isim takma, emir verme, aşırı öfke, küfretme, duygu sömürüleri. 
  4. Ekonomik şiddet: Kadınların ekonomik bağımsızlığını elde edememesi üzerindeki menfi etkiler ve bunun kadınlara karşı bir kontrol, tehdit ve yaptırım olarak tezahür etmesi.

Erkekler ve kadınların ilişkide uyguladığı şiddet miktarını ölçmek için bir araştırma yürüten Sosyologlar Straus ve Gelles’in yaptığı araştırmaya göre, erkeğin ve kadının şiddet davranışlarında bulunma sıklığı aynı. Ancak New York Üniversitesinden Dr. Vivian ve arkadaşlarının yaptığı bir başka önemli çalışmada erkek şiddeti kadın şiddetine göre çok daha fazla zarar verici. Eşleri tarafından şiddete uğrayan kadınlar yaralanıyor ve dövüldükten sonra tıbbi müdahaleye ihtiyaç duyuyor. İlişkideki şiddet erkeklerin değil daha çok kadınların ölümü ile sonuçlanabiliyor.

Medya kadına yönelik şiddet haberlerinde eril bir dil kullanıyor

Toplumu etkilemede medyanın gücü tartışmasızdır, medya bu gücünü salt ticari kaygılar
ve tiraj için değil toplumu bilinçlendirme ve dönüştürmede olumlu bir etki yaratmada
kullanabilecek etik bir role sahiptir. Alman Bakan Joseph Goebbels “Bana vicdansız bir medya temin et, sana bilinçsiz bir halk yaratayım” sözüyle ifade ettiği gibi nasıl bir toplum oluşturmak istenirse medya o yönde gücünü kullanabilmektedir. Oysa medyanın ulusal çıkarları korumanın yanında kadın, çocuk ve her türlü ayrımcılığa karşı da tarafsız ve yapıcı bir tutumda bulunması gerekmektedir. Kadına yönelik şiddet haberlerinin sunumunda bu tarafsız ve etik habercilik anlayışı ile yayın yapmalı, toplumu bu konuda bilinçlendirici rolünü kullanmalıdır. Medya toplumdaki olayları temsil ederken bir yandan da medyaya yansıyan medyaya konu toplumsal olaylar da medyadaki temsilin etkisi ile yeniden kurgulanmaktadır. Bu nedenle toplumsal olayların özellikle de şiddetin toplumda bumerang etkisine olan medya temsili büyük hassasiyet gerektirmektedir. Bu hassasiyet açısından medya sahiplerinden medyanın her kademesindeki çalışanlara sunulan haber içeriklerinin sunuluş biçimlerinin getireceği sonuçlar açısından topluma karşı sorumlulukları bulunmaktadır. Bu etik sorumluluk kadına yönelik şiddet haberlerinde de geçerli olması beklenen bir yayıncılık ilkesi olmalıdır. Toplum ve medyanın karşılıklı olarak birbirlerini etkilediği gerçek.

Son on yılda «kadına yönelik şiddete medyadaki bakışın» değerlendirilmesi amacıyla yapılmış araştırmalara ve makalelere (burada, burada, burada, burada, burada) baktığımızda temel kanaatin, kadına yönelik şiddetin ataerkil bir anlayışla gündeme taşındığı fikri olduğunu gördük. İncelenen araştırmalarda,  kadına yönelik şiddet haberlerinde medyanın toplumu bilinçlendirme, toplumsal duyarlılık oluşturma rolünü yerine getirmede yetersiz kaldığı bulguları da yer alıyor. Kadına yönelik şiddet haberlerinin sunumunda eril dil kullanıldığı, şiddet olayının toplumsal bir olay yerine bireysel bir olay olarak değerlendirildiği bulunmuştur. İncelenen araştırma sonuçlarında genel olarak “şiddete uğramış kadına, kurban olarak odaklanıp dikkatleri kadının mağduriyetine çekerken şiddet uygulayanın eyleminin gizlendiği” dikkat çekmektedir. Kadına uygulanan şiddetin sebebi olarak sıklıkla namus veya ahlak sebep olarak gösterilmektedir. Şiddete uğrayan kadının kişisel bilgi gizliliği ilkesinin sıklıkla ihlal edildiği görülmektedir.

Sonuç olarak araştırmalar gösteriyor ki, kadına yönelik şiddetin temsilinde medya, sosyal duyarlılık oluşturmada yetersiz kalıyor. Bu sebeple medya mensuplarının kadına yönelik şiddetle mücadele kapsamında sosyal sorumluluklarını yerine getirmeleri için bilinçlendirilmeleri ve yasalar ile çeşitli denetim ağları tarafından kontrol edilmeleri gerekiyor.

 

Papua Yeni Gine Kina’sı mı değerli? Japon Yen’i mi değersiz?

Dünya’nın en güçlü ya da en zayıf ekonomileri denince herkesin aklına birkaç ülke gelir. Peki, ekonomilerin gücünü belirleyen faktörler nelerdir? Güçlü ekonomilere sahip ülkeler aynı zamanda refah seviyesi yüksek ülkeler midir? Ekonomileri değerlendirirken sadece ülke para birimlerinin dolar karşısındaki değerini dikkate almak ne kadar doğru? Ya da, mercek tutulması gereken diğer gösterge ve parametreler nelerdir? Öte yandan, ülke ekonomilerini birbiriyle kıyaslarken nelere dikkat edilmeli? Bir finansal okur yazar bu kıyaslamaları nasıl yapmalı? Tüm bu soruların cevabını arayalım.

Malum ülkenin gündemi ekonomi. Hal böyle olunca, sosyal mecralarda ekonomi özelinde bir çok tartışmaya denk gelebiliyoruz. Bunlardan en sık rastladığımız konu da, ‘para birimleri özelinde’ gerçekleşen kıyaslamalar. Son olarak, Ak Parti Grup Başkanvekili Cahit Özkan Japon Yeni ile Türk Lirası’nı karşılaştırarak, dolar/TL kurundaki yükselişin normalliğini vurguladı. Bunun tam tersi olarak da, bir çok sosyal medya kullanıcısının TL’deki değer kaybına  ‘Papua Yeni Gine Kinası/Türk Lirası kıyaslamasıyla dikkat çekmesini’ verebiliriz.

Konuyla alakalı tweetler

Japon Yeni değersiz mi?

Öncelikle her ülkenin farklı dinamikleri ve kültürel altyapıları var. İlk olarak Japonya-Türkiye eşleşmesine bakacak olursak Japon Yeni’nin dolar karşısında son 30 yıldır hemen hemen aynı seviyelerde seyretmesi ve 1990 yılında parasını devalüe etmiş olması Japonya’yı güçsüz ya da refah kaybının yoğun olarak yaşandığı bir ülke olarak göstermez. 2020 OECD verilerine göre Japonya’da enflasyon -0,2 ve kişi başına düşen gayri safi milli hasıla ise 42 bin 938 dolar civarındadır. Bu ekonomik göstergelere bakarak, “Japonya aslında istikrarlı ve dolar kuru karşısında stabil bir ekonomiye sahip” diyebiliriz.

Japonya’nın aylara göre enflasyon oranları.

Japonya’nın yıllara göre kişi başına düşen milli geliri.

Japon Yeni’nin yıllara göre Amerikan Doları karşısındaki değişim oranı

Devalüasyon ile kur oynaklığı farklı şeyler

Bir ülkede devalüasyonun gerçekleşmesi ile dolar kurunun sürek oynak olması farklı şeylerdir. Devalüasyon bilinçli bir şekilde sabit kur rejiminde yapılır. Kur oynaklığı dediğimiz mesele ise ülkenin para biriminde ülke içi olaylardan etkilenerek gerçekleşir ve birkaç tekrar ile oluşur. Kurun sürekli dalgalı olduğu bir para birimi hem yabancı yatırımcılar, hem de piyasa tarafından ‘güvensiz’ olarak işaretlenir. Ve ülke yüksek risk alanına girmeye başlar. Tüm bunlar kısır döngüler oluşturarak ülke içinde yaşanan olaylar kur hareketliliğine, kur hareketliliği fiyatlar genel seviyesinin artmasına ve dolayısıyla enflasyonun yükselmesine sebep olur. Enflasyonun yapışkanlık özelliği vardır yani enflasyonun artması yine enflasyonun artmasına yol açar.

Türk Lirası’ndaki ekonomik seyir

Yukarıda ele alıp cevap verdiğimiz iddiaya karşı Türkiye ekonomisine bakacak olursak ülkemiz, yıllardır kronik enflasyonla savaşmakta bazı dönemlerde başarılı politikalarla stabilize edilmeye çalışılsa da gelişmekte olan ülkelerle aynı kaderi paylaşmakta. 2021 yılı IMF verilerine göre ağustos ayı enflasyon oranı 19,89 olarak güncellendi. Bu da dünya genelinde yüksek bir enflasyon oranına sahip olduğumuz anlamına geliyor. Dünya Bankası’na göre kişi başına düşen milli gelirimiz ise 8 bin 165 dolar. 2018 ve 2019’da 9 bin dolar civarında seyreden kişi başına düşen milli gelirimizden daha düşük.

Türk Lirası Ekim ayı enflasyon oranı.

Türkiye’nin yıllara göre kişi başına düşen milli geliri.

Türkiye’nin Amerikan Dolarına karşı yıllara göre değişim oranı.

Papua Yeni Gine güçlü bir ülke midir?

Buradaki amacımız iyisiyle kötüsüyle gündeme gelen iddiaları konuşmak olduğu için gelelim Papua Yeni Gine Kinası’nın Türk Lirası’ndan değerli oluşuna. Papua Yeni Gine belki sadece isim şehir oynarken duyduğumuz aslında pek göz önünde olmayan bir Okyanusya ülkesi. Ülkede hala dünyayla temasa geçmemiş ilkel toplulukların var olduğu bilinmektedir. Yer altı kaynakları bakımından oldukça zengindir. 2020’nin son çeyreğinde enflasyon oranı 5,14 olarak IMF verilerinde yer almakta. 2019 yılı kişi başına düşen milli gelir 4 bin 430 Dolar.

Papua Yeni Gine’nin enflasyon oranı.

Papua Yeni Gine kişi başına düşen milli gelir.]

 

Ülkelerin iktisadi gelişmişlik seviyelerini kıyaslarken para birimleri evet önemli bir etkendir fakat yukarıda verdiğimiz örneklerden yola çıkarak yaptığımız yorumlar birer varsayım olmaktan öteye geçemez.

Özetleyecek olursak para birimleri seviyesi tek gösterge değildir. Kişi başına düşen milli gelir, enflasyon oranı, asgari ücret seviyesi, cari açık, ekonomik büyüme düzeyi ve kalkınmışlık düzeyleri de önemlidir. Kaldı ki ekonomik gelişmişlik ile kalkınmış ekonomiler çok farklı kulvarlarda yer almaktadır. Ele aldığımız konu aslında elmayla armudu kıyaslamaya benziyor. Dolar bugün dünyanın en değerli para birimi değil fakat en güçlü ve en çok dolaşımda olan para birimi. 1 Dolar şu an 0,3028 Kuveyt Dinarı etmekte fakat Kuveyt sadece yer altı kaynaklarından elde ettiği zenginlikle dünyanın en yüksek değerdeki para birimine sahip. Kuveyt’i dünyada güçlü, kalkınmış ve refah seviyesi yüksek olan bir ülke olarak konumlandıramayız. Buz dağının görünen kısmı bunlar fakat görünmeyen derinliklerde de o kadar çok gösterge var ki, aslında oyunun kuralı buralarda yazılıyor.

Koronavirüs ve aşılama ile ilgili güncel uydurma teoriler

2019’un sonlarında başlayan ve iki yıldan fazla bir süredir dünya gündeminin merkezinde olan Koronavirüs (bilimsel ismiyle SARS-CoV-2), hiç şüphesiz sosyokültürel ve ekonomik boyutta hepimizi olumsuz ölçüde etkiliyor ve sosyal hayatta birçok yeni normalleşmeye gidilmesine neden oluyor. Bu küresel pandemi döneminde, başta bilim insanları ve hekimler olmak üzere birçok sağlık çalışanı hatrı sayılır ölçekte yoğun çalışmalar gösteriyor ve Koronavirüs ile mücadelede teknolojinin de yardımıyla aşılar, takviye ilaçlar üretiyorlar.

Ne var ki pozitif bilimlerin gücüyle elde edilen bu başarımlar, kendilerini “kurtarıcı, uyanmış” olarak gören ancak herhangi bir pozitif bilim dalına hakim olmayan, halkı kendi çıkarları için dezenformasyonlarla kandıran ve manipülasyon yapan bir takım bilgisiz kimselerin tüm çabalarıyla günbegün saldırıya uğruyor.

Komplo teorisi ‘bile’ olamayacak türde kısır argümanlarla üretilen bu içeriklerin, halk nezdinde ufak da olsa ilgi – itibar görmesi, bilim camiasının ve devletlerin aldığı yasaların sekteye uğratmakta; alınan önlemleri kimi zaman boşa çıkarıp, insanların yaşam haklarına zarar veriyor. Doğrula ekibi olarak, sosyal medyada güncel olarak paylaşılan ve “küresel plan” olarak addedilen bu iddialar üzerinde bir araştırma yazısı kaleme aldık.

 

“Büyük Sıfırlanma” iddiası

 

“Great Reset” Türkçesiyle “Büyük Sıfırlanma”, geçtiğimiz yıl Haziran ayında gerçekleşen ve Dünya Ekonomik Forumu (WEF) başkanı Klaus Schwab’ın yönettiği Davos Zirvesi’nde tanıtılan ekolojik bir farkındalık projesi olarak paylaşıldı. Galler Prensi Charles’ın bizzat kendisi seslendirdiği tanıtım videosunda, insanlığın fosil yakıtlarla, yapay müdahalelerle doğada bıraktığı tahribata dikkat çekip; gereken önlemlerin alınmadığını ve halihazırda kullandığımız karbon salınımı oluşturan sistemlerin “sıfırlanması” gerektiğini belirtilerek çevre dostu projelere olan ihtiyaç vurgulanıyor.

Tweet Kaynağı

Hilal Kaplan’ın da tweetinde bahsettiği bu “büyük sıfırlanma” konusu, Biden ile ilişkilendirilmiş. Twitter’da diğer kullanıcıların yorumlarını incelediğimizde de ABD başkanı ile “Great Reset” başlığının arasında kurulan bağlantının net bir söylem içermediğini tespit ettik.

Tweet Kaynağı

Tweet’teki görselleri dikkatli bir şekilde incelediğimizde, aslında “Building Back Better” ve “Build Back Better Plan” olarak iki farklı strateji afişi görüyoruz.

Build Back Better” planında Joe Biden, pandemi sürecini yönetmede gereken maddi bütçeyi arttırmak ve ülke ekonomisine takviyede bulunmak için 7 Trilyon Dolar harcama yapılmasını amaçlayan; 12 Mart, 27 Nisan ve 11 Haziran’da üç aşamalı gerçekleştirilen kalkınma planını devreye almış.

Joe Biden’ın “Build Back Better” planının başlıkları.
OECD (Dünya Ekonomik Forumu) ‘nin öne sürdüğü “Building Back Better” planının anahtar kelimeleri. PDF olarak ulaşabilirsiniz.

 

Öte yandan “Building Back Better”ı görüyoruz. Bu stratejik plan ise 3 Haziran 2015’te, BM’nin Afet Riski Azaltma Konferansı’nda, afet kurtarma, risk azaltımı ve sürdürülebilir ekonomik sistemler kurmak amacıyla kabul edilmiştir. Planda, zararlı enerji tüketimine bağlı, dünyanın ekolojik dengesine zarar verebilecek prosedürlerden kaçınılmasının önemini vurgulanıyor.

İki plan aynı gibi gösterilmektedir ancak Building Back Better, Birleşmiş Milletler ülkelerini ilgilendiren global bir “daha iyi inşa et” fikriyken, Joe Biden’ın devreye aldığı Build Back Better Plan ise, ABD’yi Covid-19 sürecinde ekonomik olarak iyileştirme amacı güden çok aşamalı bir plandır.

ID2020; Tüm insanların çipleneceği, kimliklerinin takip edileceği iddiası

 

ID2020 de yine aynı şekilde başta Twitter olmak üzere birçok sosyal medya platformunda sıklıkla karşımıza çıkan yaygın bir iddia. ID2020 fikir ittifakını araştırdığımızda, bazı kullanıcı yorumlarına ulaştık. Pek şaşırtıcı olmasa da, komplo teorilerinde çokça ismi geçen Microsoft’un CEO’su Bill Gates’e de yine bu teoride rastladık.

Tweet Kaynağı
Tweet Kaynağı
Tweet Kaynağı

ID2020’nin manifestosunda genel olarak, merkeziyetsiz bir yol haritasının dünya geleceği için ne denli önemli olduğu savunuluyor. Dünyada 1 milyardan fazla insanın, yaşadığına dair herhangi bir resmi belgesi yok. Dolayısıyla bu insanlar (özellikle mülteciler ve ülkesizler) bulundukları ülkelerde yasal belgeleri olmadığı için çoğu sosyal, finansal ve genel sağlık imkanlarına ulaşamıyor; nüfus ve güvenlik problemleri yaşanmasına neden oluyorlar. ID2020 ittifakında belirtilen şirketlerden biri olan Accenture’nin, bu bağlamda Blockchain teknolojisini kullanarak insanlara dijital kimlik verme gibi bir proje üzerinde çalıştığı görülüyor.

Accenture’nin Web sitesinde projenin kullanım amacı, hangi verileri işleyeceği ve bunun ne gibi kolaylıklar sağlayacağı belirtilmektedir.

Accenture’nin adresindeinsan vücuduna çip takmayı amaçlıyoruz” benzeri bir ifade bulunmuyor. Parmak izi, iris taraması vb. prosedürler ise birçok alanda yıllardır kullanıldığı biliniyor. Örnek vermek gerekirse, özel hastanelerde hastanın girişi yapılırken avuç içi aşağı bakacak şekilde manyetik okuyucu algılayacak şekilde tutması istenir. Bu, hastanın kimlik belgesini kaybetmesi durumunda, en kolay şekilde sağlık imkanlarına ulaşabilmesi için geliştirilmiş teknolojik bir prosedürdür. Tıpkı parmak – avuç içi izimizin kişiye özgü olması gibi gözlerimizdeki iris de birbirine benzemiyor. Yani bu, korkulacak bir durum olmamakla birlikte, insanlar için kolaylaştırıcı bir teknoloji diyebiliriz. Accenture’nin üzerinde çalışamalar yaptığı bu “dijital kimlik” işinin henüz proje aşamasında olduğunu ve hiçbir resmi kurum-kuruluş tarafından faal olarak uygulanmadığını söylemek mümkün.

Bu konudaki bazı düşünceler, 

Kaynak: Yasakbilgiler

“Yasak” olduğunu iddia eden, fakat kendilerinin bu “yasak bilgilere” nasıl ulaşabildiği tartışma konusu olan bir web sitesi de, çip takılacağı teorisinin bir tık ötesine gidip, çip taktırmayanlar için bazı katı yaptırımlar uygulanacağını iddia etmiş. Daha önce de belirttiğimiz üzere herhangi bir ismin böyle bir ifadesi bulunmuyor. Bill Gates’in açıklamasına göre ID2020 projesi, Hindistan ve Çin gibi finansal işlemlerin çok yavaş ve zahmetli ilerlediği ülkelerde işlemlerin ve transferlerin hızını kolaylaştıracak blockchain benzeri çalışan bir sistem olacak. Kağıt paranın ve evrakların gelecekte yeri olmadığını, her şeyin dijitalize edileceğini ekleyen Gates, bu proje için “One size fits all” (her şeye uyan tek beden) benzetmesini kullanıyor.

“Quantum Dot Tattoo” ile ilgili iddialar

ID2020 ile ilişkilendirilen başlıca enstrüman ise Quantum Dot Tattoo‘dur. (Kuantum Nokta Dövmesi)

Tweet Kaynağı
Tweet Kaynağı
Tweet Kaynağı

İddiayı ele alan Tweet’te, Bill Gates’in bu projeye fon sağladığı belirtiliyor. Rice Üniversitesi‘nin yaptığı bir haberi referans alan bu tweeti inceledik.

Verilen içerikte kısaca Quantum Dot Tattoo’nun amacının ne olduğu ve nasıl uygulanacağı  bahsedilmekte ancak dikkatli incelediğimizde Bill Gates’in bu projeyi fonladığına dair herhangi bir ifadeye ulaşılamıyor.

McHugh: Bill ve Melinda Gates kurumu bize geldi ve “Hey, bir meselemiz var: “kimin aşı yaptırıp yaptırmadığını bilmek.” dedi.

Üstte verilen isim, Kevin McHugh‘nün, Rice Üniversitesi’nde Biyomühendislik alanında Doçent olduğunu görüyoruz. Akademik sayfasında McHugh’nün araştırmaları için Teksas Kanser Önleme ve Araştırma Enstitüsü (CRIT)’nden 2 milyon dolar aldığı belirtiliyor. McHugh’nün araştırmalarının genel olarak aşılama ve en iyi şekilde ilaç dağıtım süreçlerinin kontrolünün sağlanması üzerine olduğu bilgisi de yine akademik sayfasından ulaşılabilir.

Üstte verdiğimiz haber metninde bu araştırmanın hibesinin CRIT tarafından verildiğini, Bill & Melinda Gates Vakfı ile alakası olmadığını görüyoruz. Bill & Melinda Gates Vakfı, Rice Üniversitesi’nden McHugh’ye yalnızca fikir vermiştir. Fonladığına dair bir kanıt bulunmamaktadır.

Ulusal Biyoteknoloji Bilgi Merkezi (NCBI)’nin web sitesinde yer alan bu çalışmanın detayları belirtiliyor. Uzman kadrosunda Kevin McHugh’un ismi de var.

Kuantum nokta dövmesinin esas amacının kısaca, kaynak yönünden (teknolojik, lojistik) görece kısıtlı imkanları olan coğrafyadaki insanların, kullandığı ilaçların ve aşıların, denetlenip kayıt altına alınmasının kolaylaştırılması denilebilir. Burada kullanılan dövmenin, gözle görülmeyen, yalnızca infrared (kızılötesi) ışınlarla tespit edilebilen karekod benzeri bir yapıda olacağı belirtiliyor. Tıpkı dövme gibi mikro iğnelerle uygulanan bu desenin, deriye uyumlu ve 5 yıl kadar bozulmadan durabildiği de söyleniyor. Bu çalışma henüz yalnızca laboratuvar fareleri üzerinde denenmiş, hiçbir insana uygulanmamıştır. Bu projenin hayata geçip geçmeyeceğine dair herhangi bir bulguya ulaşamadık.

Agenda 21 – 2030

Agenda 21 de eskiden beri süregelen komplo teorilerinden birisi. İlk kez 1992’de BM’nin, Rio de Janeiro’da gerçekleşen Çevre ve Kalkınma Konferansında aldığı bir sürdürülebilir kalkınma planı olarak kabul edilen Agenda 21, İnternetteki komplo teorisyenlerini cezbeden bu aksiyon planıdır. Bu iddia sahiplerine göre Agenda 21 planı, tek bir sömürü düzeni içerisindeki, tek uluslu, tek inançlı bir devlet düzeni kurulması için izlenen bir yol. Tabii nüfusun %90 oranında azaltılacağı da yine bu -sözde- gizli planların şeytani bir boyutu…

Tweet Kaynağı
Tweet Kaynağı
Tweet Kaynağı

Agenda 21’deki 21’in, 2021 yılını gösterdiği doğru değil. Burada alınan küresel ölçekteki kararlar, “21. yüzyıl” dünyasını ilgilendiriyor. Sosyal medyadaki iddia sahiplerine göre ise 2021 yılını işaret ediyor ve koronavirüs pandemisi bu yıla denk geldiği için kendi iddialarının pekiştiğini, birçok planın gerçekleştiğini düşünüyorlar fakat gerçek hiç de öyle değil.

1992’de kabul edilen bu sürdürülebilirlik planının alt başlıkları: fakirlikle mücadele, sürdürülebilir güçlü ekonomiler kurmak, sağlık koşullarını iyileştirmek, biyolojik ekosistemleri canlandırmak, kuraklıkla ve iklim sorunlarıyla mücadele gibi uluslararası ölçekte bütün dünya ülkelerini ilgilendiren ortak meselelerin iyileştirilmesi yönünde adımlar atmaktır. Gündemin bütün maddelerinin 1993-2000 yılı arası bir süreci kapsadığı, BM’nin raporunda da açıkça görülebilir.

1993-2000 yılları arasında sürdürülecek olan bu aksiyon planı için BM’nin 8.8 milyar $ harcanacağı hesaplanmış.
BM’nin 1992 yılında oluşturduğu Agenda 21 planının ana maddeleri. 4 başlık altında incelenebiliyor. Bunlar sırasıyla: Sosyal ve Ekonomik boyutlar, Kaynakların korunumu ve yönetimi, Büyük grupların (bilimsel, ekonomik, sosyal anlamda katkı sağlayan meslek grupları) rolünü güçlendirmek ve son olarak kullanılması gereken uygulama araçları.

Agenda 2030 meselesi

Agenda 2030 da, Birleşmiş Milletler’in tıpkı Agenda 21 gibi bir sonraki önümüzdeki on yıl için uygulanması düşünülen gündem. Yine aynı şekilde bu gündemde de tıpkı önceki gibi global sorunlar irdelenmiş ve bu doğrultuda faaliyete geçilmesi planlanan bazı yol haritaları paylaşılmıştır. Kullanıcılar tarafından “Build Back Better” ve “Great Reset” ile ilişkilendirilen bu gündemin, ne özel mülkü kaldırmak, ne de insan nüfusunu azaltmakla ilgili olduğuna dair herhangi bir iz yok.

Tweet Kaynağı

Üstteki Tweet’te komplo teorisi uyduran kişilerin sıklıkla kullandığı enstrümanları görüyoruz. Daha önce “Chemtrails” olarak bilinen uydurma teorinin, atmosferdeki sıcak-soğuk hava çatışmasından dolayı gerçekleştiğini bu yazımızda; pcr testlerinin beyin zarına zarar vermesinin anatomik olarak mümkün olmadığını ise bu yazımızda bilimsel olarak ele almıştık.

İlk olarak yurt dışı kaynaklı kullanıcıların uydurduğu ve sonrasında Türkiye’deki aşı karşıtlarının kitleleri yanlış manipüle etmek için argüman olarak kullandığı bu asılsız iddialar, birbiriyle alakası olmayan, bilimsel olarak çok çabuk yanlışlanabilen ve hiçbir somut delile dayanmayan internet safsatalarıdır.

Event 201

Sosyal medyada sıklıkla dolaşan ve pandemi süreci ile ilişkilendirilen başlıca iddialardan birisi de Event 201.

Tweet Kaynağı
Tweet Kaynağı
Tweet Kaynağı

Bu komplo teorisi, koronavirüs pandemisi başlamadan önce 2019 yılında, John Hopkins üniversitesinden bazı bilim insanlarının Covid-19 pandemisinden altı ay önce olası bir salgının simülasyonunu yapmasına dayanıyor. Yaptıkları salgın canlandırmasında 18 olası senaryoda 65 milyon insanın yaşamını yitirdiğini hesaplamışlar. Salgınların ve afetlerin tatbikatının yapılması, olası bir afet gerçekleşme durumunda insanların ne yapması, nasıl korunması gerektiğini anlamakta epey yardımcı olmuş. Nitekim okullarda yapılan yangın tatbikatı için nasıl ki “okulu yakıyorlar” ifadesini kullanamıyorsak; bu gibi senaryolar için de “pandemiyi planladılar” demek doğru olmaz. Gelgelelim olası bir pandemiyi tahmin etmek için dahi olmaya da gerek yok. İnsanlık tarih boyunca çok fazla pandemi ile karşılaşmıştır.

WHO‘nun yayınladığı yıllara göre küresel pandemiler.

Görüldüğü üzere insanlık, tarih boyunca çok kez pandemiyle karşılaşmış ve bir şekilde bunları atlatmış. Önceleri yüzyıllar süren ve nadir görülen pandemi, medeniyetler inşa edildikçe ve nüfus sayısı arttıkça daha sık ortaya çıkmış ancak bilimin ilerleyişiyle birlikte kontrol altına almak oldukça kolaylaşmıştır. Event201’de de mevcut olan SARS virüsünün olası bir yeniden salgında insanlığı ne kadar zarara uğratacağı simüle edilmiş, dolayısıyla hakkında üretilen bazı komplo teorileri tamamıyla uydurmadır.

Johns Hopkins Üniversitesi’nin konu ile alakalı açıklaması

Johns Hopkins Üniversitesi’nin bu spekülasyonlar üzerine yaptığı açıklamada, bunun herhangi bir tahmin içermediği, tamamen varsayımlar üzerine bir senaryo düşünüldüğü belirtilmiştir. Daha önce de çıkan bazı dedikodularda Johns Hopkins Üniversitesi’nin yeni çıkacak olan varyantlarla alakalı bir çizelge yayınladığı iddia edilmişti. Event201 ile bağdaştırılan bu iddiaların, gerçekliği yansıtmadığını bu yazımızda ele almıştık.

Sonuç olarak Event 201’in de aslı olmayan bir takım iddialardan başka bir anlam ifade etmediğini görmüş oluyoruz. 

 

Maske ve aşı güvenli MR taraması için engel değil

Neredeyse koronavirüs pandemisinin başından bu yana, sosyal medyada yer alan manyetik rezonans görüntüleme (MRI) cihazları ile gündeme gelen iddialara her geçen gün bir yenisi ekleniyor. COVID-19 aşılarındaki ‘sözde ağır metaller sebebiyle’ MR cihazlarının aşılılar için tehlikeli olduğu, Maske ile MR çekildiği için kalp krizi riskinin arttığı, COVID-19 aşısı olanlara birçok ülkede MR çekilme yasağı getirildiği iddiaları sosyal medyada paylaşılıyor. Sürekli yayılımda olan ve yüksek oranda ilgi gören MR cihazı iddiaları insanları tedirgin ediyor. Kaygılarını dile getiren sosyal medya kullanıcıları için bu üç iddiayı detaylarıyla araştırdık.

1-MR cihazları aşılılar için tehlikeli iddiası ❌

Covid-19 aşılarını manyetizmayla ilişkilendirmeye çalışan bir dizi yanlış iddia sosyal medyada dolaşıyor. Ancak uzmanlar, aşılıların MRI çektirmelerinin güvenli olduğunu söylüyor. British Columbia Üniversitesi’nde Nörobilimci ve Profesör olan Lara Boyd , “Covid-19 aşılarından sonra MRI taramalarından kaçınılması gerektiğini gösteren kesinlikle hiçbir veri yok” dedi .

Toronto Üniversitesi’nde Tıbbi Biyofizikçi Doçent Jean Chen, aşıyı “tanı ve araştırma için son derece faydalı bir araç” olarak adlandırdı, aşı sebebiyle MRI taramasından korunmak için bir neden olmadığını konusunu dile getirdi. “MRI, vücudun tüm organlarını ayrıntılı görüntülemek için manyetik alan içindeki radyo dalgalarını kullanır. Aşı manyetik malzeme içermediği için Covid-19 aşısı hakkında bu süreci etkileyebilecek hiçbir şey yok” dedi.

Covıd-19 aşılarının grafen oksit içerdiği bu sebeple aşılılar için MR cihazlarında tehlikeli olduğu iddiasını gündemde yer almaya devam ediyor. Fakat aşının içinde olduğu iddia edilen grafeni konu alan birçok araştırmalarında aşıda bu maddeye rastlanılmadığı tespit edildi. Kanada ve ABD’de kullanılmasına izin verilen tüm Covid-19 aşılarının ( Pfizer-BioNTech , Moderna , Johnson & Johnson ve AstraZeneca ) içerikleri halka açık olarak listelendi ve aşıların grafen oksit içermediği görüldü.

Boston’daki Massachusetts General Hospital’da meme görüntüleme şefi olan Lehman, aşılama sonrası hastaları taramak için bir protokol oluşturmak için bir ekibe liderlik etti . Hastaları aşı olmaya teşvik etti ve taramaları geciktirmek için hiçbir neden olmadığını söyledi. “Aşı, MRI’yı güvensiz hale getirecek hiçbir şey yapmıyor” dedi. AFP doğrulama platformu da bu iddianın asılsız olduğu kararına vardı.

2-Maske ile MR çekildiği için kalp krizi riski artıyor iddiası ❌

ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), hastaları ve sağlık hizmeti sağlayıcılarını, Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRI) sırasında metal parçalı ve kaplamalı yüz maskeleri (cerrahi veya cerrahi olmayan maskeler ve solunum cihazları gibi) takarlarsa yaralanabilecekleri konusunda bilgilendiriyor. ) Bazen burun klipsi veya tel olarak adlandırılan burun parçaları, nanoparçacıklar (ultra ince parçacıklar) veya metal içerebilen (gümüş veya bakır gibi) antimikrobiyal kaplama gibi metal parçalar ısınabilir ve bir MRI sırasında hastayı yakabilir. FDA, hastaların MRI sırasında metal içermeyen yüz maskeleri takmasını önermektedir.

www.fda.gov/medical-devices/safety

FDA yakın zamanda bir hastanın yüzünün MRI sırasında takılan bir yüz maskesindeki metalden yandığına dair bir rapor aldı. FDA, hastalara ve sağlayıcılara, hastaların MRI sırasında herhangi bir metal takmamaları gerektiğini hatırlattı. Fakat FDA’nın resmi web sitesindeki bildiride, MRI cihazlarına maske ile girmenin kalp krizine sebep olabileceği ya da daha önce buna benzer bir vakaya rastlandığına dair bir bilgi yer almıyor.

Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı da MR cihazlarına maske ile girmenin bir sakıncası olmadığını fakat MR cihazlarında metal içerikten arınarak tarama yapılaması kuralının, maske için de geçerli olduğunu resmi web sitesinden duyurdu.

www.covid19.saglik.gov.tr

California’daki MemorialCare Orange Coast Tıp Merkezi’nde radyolog olan Jeremy Szymanowski, MD, “Maskenizde metal bir burun köprüsü veya metal detay varsa, MRI bunun üzerinden ısı ve elektrik gönderebilir ve sizi yakabilir” diyor. Sözlerine ek olarak Szymanowski, ”maskenizde metal olması sadece sizi yakma potansiyeline sahip değildir Ayrıca metalin MRI’da yanlış görüntülenmeye neden olarak raporu kullanılamaz hale getirebilir” diyor.

Amerikan Radyoloji Koleji (ACR), testlerinin pozitif çıktığı bilinen veya COVID-19 için inceleme altındaki (PUI) hastalar için, uygulayıcıların kesinlikle gerekli olmadıkça manyetik rezonans görüntüleme (MRI) kullanımını en aza indirmesini tavsiye etti. MRI ünitelerinin derinlemesine temizlenmesi mümkün olmadığı için hastanın ”Covıd Negatif” olduğu belirlenene kadar MRI taraması yaptırmaması gerektiği bildirildi.

MRI taraması sırasında maske takan bir insanın öldüğüne dair güvenilir bir rapor bulamadık. Peki maske takmak öldürür mü? sorusuna cevap aradığımızda ise birkaç araştırma ile karşılaştık. Ekim ayında Reuters’ın, Almanya’da üç çocuğun yüz maskeleri takmaktan öldüğüne dair yanlış bir iddiayı çürüttüğü görülüyor. Ayrıca doğrulama platformu PolitiFact’in maskeler hakkında birçok yanlış bilgiyi doğruladı araştırması da var.

Uzman görüşlerine baktığımızda daha iyi fikir sahibi olduk. Ohio Eyalet Üniversitesi Wexner Tıp Merkezi’nde bir göğüs hastalıkları uzmanı ve Ohio Eyaleti Astım Merkezi’nin direktörü Jonathan Parsons, “Sizi temin ederim ki bu maskenin ardında gayet iyi nefes alınıyor. İhtiyacınız olan tüm oksijeni alıyorsunuz ve karbondioksit seviyeleriniz yükselmiyor” dedi. Parsons, Ağustos 2020 blog yazısında, maske takarken endişe veya klostrofobi yaşayan kişilerin uzun ve yavaş nefesler alarak kendilerini sakinleştirmeye çalışmalarını tavsiye etti.

3-Birçok ülkede COVID-19 aşısı olanlara MR cihazı yasağı getirildiği iddiası❌

Covıd-19 aşısı olanların MR taraması yaptırmalarının yasaklandığına dair herhangi bir ülkeden herhangi bir sağlık kurumunun bir açıklaması bulunmamakta. Uzmanlar bu iki faktörün tamamen bağlantısız olduğunu ve aşı olmuş olmanın MR çektirmeye karşı herhangi bir tehlike taşımadığını belirtiyorlar. AFP doğrulama ekibinin görüştüğü, British Columbia Üniversitesi’nde Nörobilimci Profesör olan Lara Boyd, “Covid-19 aşılarının herhangi birinden sonra MRI taramalarından kaçınılması gerektiğini gösteren kesinlikle hiçbir veri yok” diyor.

Covid-19 aşıları ve MR taramaları ile ilgili tek endişe, aşı sonrası normal ve geçici bir yan etki olarak şişebilen lenf bezlerinin, MR taramasında kanser ile karıştırılması ihtimali. Lenf bezlerinin aşı sonrası şişmesi beklenilen bir etki olmakla birlikte, bu sırada MR çekilirse bu etkinin kanser olmadığını doğrulamak için gereksiz biyopsilere yol açabileceği düşünülüyor. Ancak ülkemizde ve dünya genelinde aşı sonrası MR taramalarına izin verilmemesi gibi yasak bulunmuyor. Teyit.org ve Dogrulukpayı.com adlı doğrulama platformlarının da söz konusu MR iddialarının doğru olmadığı kararına vardığı araştırmaları bulunuyor.

Bilim karşıtları yanlış bilgiyi nasıl üretiyor ve yayıyor

30 Nisan 2007’de bilim insanı Mark Hoofnagle blogunda bir yazı yazdı. Yazıda Hoofnagle, bilim karşıtlarının kafa karışıklığı yaratmak ve yanlış bilgiyi için kullandığı beş genel tekniği açıklıyor.

Bu teknikler,

1️⃣Komplo (conspiracy)
2️⃣Cımbızlama (selectivity-cherry-picking)
3️⃣Sahte uzmanlar (fake experts)
4️⃣İmkansız beklentiler (impossible expectations-also known as moving goalposts)
5️⃣Genel mantık safsataları (general fallacies of logic)

Bu beş tekniğe kısaca FLICC deniliyor. Hoofnagle bu makalesiyle evrim, iklim değişikliği ve AİDS konularında bilim karşıtlarının kullandığı teknikleri inceleyerek bu teknikleri ortaya çıkarmış oldu.

2009 yılında ise Pascal Diethelm ve Martin McKee Avrupa “European Journal of Public Health” dergisinde yayınladıkları makalede bu beş tekniği daha detaylı inceledi. Daha sonra iklim krizi ile ilgili ortaya atılan yanlış iddiaları inceleyen John Cook bu beş tekniğe FLICC ismini verdi ve üstüne pek çok çalışma yaptı. Yanlış bilgilerin ortaya çıkışı ve yayılımı ile ilgili dersler veren John Cook 2020’de yayınladığı yazıda kendi tasarladığı FLICC’in son halini kullanıcılar ile paylaştı. Cook’un paylaştığı FLICC’in son halinin grafiği aşağıdadır.

Doğrula olarak biz de FLICC’i Türkçe olarak size açıklamak istedik. Aşağıda, yukarıda verdiğimiz şeklin Türkçe halini tablo olarak görebilirsiniz. Tablonun altında başlıkları kısaca açıklayacağız. Neredeyse iki yıldırı gündemde olan Covid-19 hakkında yanlış haberleri yayan bilim karşıtlarından örnekler vereceğiz.

Sahte Uzmanlar: Alanında uzman olmayan, gerekli yeterliliklere sahip olmayan kuruluş ve kişileri kaynak almak.

Örneğin:

Bu örnekte kaynak olarak Dr. Zandre Botha isimli biri gösterilmiş. Fakat bu kişinin sitesine girdiğimizde alternatif tıp uzmanlığının olduğu ve tıp doktoru olmadığı yazmaktadır. Bu kişinin herhangi bir üniversite ile de bağı bulunamamıştır. Dolayısıyla bu kişi DNA üzerinde uzmanlaşmış birisi değildir.

Kitle olarak sahte uzmanlar: Herhangi bir güvenilir kaynak belirtmeden pek çok uzmanın konu üzerinde görüş birliğinde olmadığını söylemek.

Örneğin:

Sahte Tartışma: Bilimsel olan ve bilimsel olmayan argümanları öne sürerek sanki bir tartışma varmış gibi iddialarda bulunmak.

Örneğin:

Covid-19’un 2020 yılının başlarında varlığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır ve tartışmaya açık değildir.

Mantıksal Safsatalar: Sunulan önermelerin mantıksal olarak sonuca ulaştırmaması.

Örneğin:

Adhominem: Argüman yerine kişilere saldırmak.

Örneğin:

Yanlış Temsil: Durumu veya karşıt görüşü savunan kişiyi yanlış yansıtarak anlaşılmasına zarar vermek

Örneğin:

Straw Man: Karşıt argümanları çarpıtarak saldırılmaya kolay bir hale getirmek.

Örneğin:

Muğlaklık: Muğlak bir dil kullanarak yanlış bir sonuca ulaşmak.

Örneğin:

Fazla Basitleştirme: Durumu fazlasıyla basitleştirerek gerçeği çarpıtmak.

Örneğin:

Yanlış Seçenek: Daha fazla olmasına rağmen yalnızca iki seçenek sunmak:

Örneğin:

Kullanıcı aşı karşıtlarını özgür aşı olanları köle olduğunu ima ederek sadece iki seçenek olduğunu iddia etmektedir.

Tek Sebep: Bir durumun pek çok sebebi varken durumu bir sebebe bağlamak.

Örneğin:

İstatistikin böyle olmasının pek çok nedeni olabilecekken sadece aşı oranının altı çizilmektedir.

Yanlış Eşitlik (Elma ile Armut): İki durumun arasında farklılıklar olmasına rağmen bu iki durumun aynı olduğunu iddia etmek.

Örneğin:

Burada su çiçeği aşısının ve Covid-19 aşısının etkisi karşılaştırılmış.

Yanlış Benzetme: İki durumun benzer yanlarını göstererek iki durumun diğer yönlerinin de birbirine benzeyeceğini iddia etmek.

Örneğin:

 

Hedef Şaşırtma: Bilerek tartışmayı başka yöne çekerek tartışmacının dikkatini önemli noktadan uzaklaştırmak.

Örneğin:

 

Balon Balığı Safsatası: Araştırmaların sonuçla ilgisi olmayan kısımlarını kullanarak araştırmanın ana sonuçlarını çarpıtmak veya bunlarda şüphe duydurmak:

Örneğin:

Linkteki yazı makaleyi düzeltiyor, fakat makalenin ana sonucunu değiştirmiyor.

Kaygan Zemin: Küçük bir eylemin kaçınılmaz olarak büyük sonuçlara yol açacağını iddia etmek.

Örneğin:

İmkansız Beklentiler: İnsanların elindeki verilerden gerçekdışı bir kesinlik beklemek.

Örneğin:

Çıtayı Yükseltmek: Bir kanıt gösterildiğinde daha yüksek seviyede bir kanıt beklemek.

Örneğin:

Çıtayı Düşürmek: Sonuca ulaşmak için kanıt standardını düşürmek.

Örneğin:

Burada veri olarak bir araştırma sonucu değil bir Profesörün düşünceleri alınmaktadır.

Sabitlemek: Sonuca ulaşırken ilk baştaki bilgiye fazla bağlanmak.

Örneğin:

 

Cımbızlama: Verilerin tümünü değil sadece argümanı destekleyen verileri almak.

Örneğin:

Anekdot: İnandırıcı kanıtlar yerine kişisel tecrübeler veya çok dar örnekler göstermek.

Örneğin:

Tembelce Tümevarım: İlişkili kanıtları ihmal ederek sonuca ulaşmak.

Örneğin:

Alıntı Madenciliği: Kişilerin sözlerini bağlam dışı kullanmak.

Örneğin:

Bakan burada MRNA aşısını değil, Sinovac aşısından bahsediyor.

Hüsnükuruntu: Gerçekler yerine inanmak istenilen şeye inanmak.

Örneğin:

Komplo teorileri: Yapılanların arkasında gizli ve art niyetli bir plan olduğunu ortaya koymak.

Örneğin:

Çelişkili İddia: Çelişen iki iddiaya aynı anda inanmak.

Örneğin:

Aşırı Şüphecilik:  Komplo teorisine uymayan hiçbir veriye inanmamak.

Örneğin:

Art Niyet Arama: Eylemlerin arkasında art niyet arama.

Örneğin:

Bir Şey Yanlış Olmalı: Tüm kanıtlara rağmen yine de bir şeyin yanlış olduğuna inanmak.

Örneğin:

Kurban Rolü Oynama: Kendini kurban olarak algılama ve böyle gösterme.

Örneğin:

Kanıta Bağışıklık Kazanma: Gösterilen tüm kanıtların komplocular tarafında oluşturulduğu ve yanlış olduğunu iddia etmek.

Örneğin:

Tesadüfleri Tekrar yorumlamak: Hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inanarak rastgele olayları komploya bağlamak.

Örneğin:

 

Gerçek sanılan 7 bulut tasarımı

Su damlacıkları, buz kristalleri veya her ikisinin karışımından oluşan bulutlar meteorolojik olaylara bağlı olarak farklı şekiller alıyor. Çeşitli nesnelere veya insanlara benzetilen bulutlar, kimi zaman da mükemmelliği ile şaşırtıyor. Aslanlar, atlar, insanlar, yüzler… Yıllar boyunca her türlü şekle benzerliği ile görüntülenen bulutlar, uzun yıllardır sosyal medya platformlarında yankı uyandırıyor. Gündemde yer alan 6 popüler bulut iddiasını tüm detaylarıyla araştırdık.

1-Fethiye’de görülen ”sarmal bulut” iddiası ❌

Twitter başta olmak üzere birçok sosyal medya platformunda paylaşılan, Fethiye’de bir gün  batımı esnasında oluşan sarmal buluta ait olduğu iddia edilen görüntüler ilgi çekiyor. Yüksek oranda yayılım göstererek yoğun ilgi gören paylaşıma şüphe ile yaklaşan sosyal medya kullanıcıları var. Daha önce gökyüzünde böyle bir oluşum görmediğini söyleyen sosyal medya kullanıcılarına hak vererek görseli araştırmamız gerektiğine ikna olduk. Peki tüm detaylarıyla araştırdığımız görsel hakkındaki gerçekler ne?

Twitter’da @KutadguBilim sayfası tarafından paylaşılan iddia kaynağı görsel 10 Bin’e yakın beğeni aldı.

Twitter’da iddiaya yönelik binlerce beğeni alan yüzlerce paylaşım yapıldı.

Görüntü hakkında görsel arama yaptığımızda geçtiğimiz yıllarda yabancı sosyal medya platformlarında da yüzlerce kez birçok dilde paylaşıldığını gördük.

 

Paylaşıma şüphe ile yaklaşan sosyal medya kullanıcıları yorumlar yaparak eleştiride bulundular. Görüntünün çekildiği yer hakkında farklı farklı bilgiler verildiği gibi bulutun oluşumu hakkında da spiral, yuvarlak, halka gibi tabirler kullanıldığını tespit ettik. Öncelikle şunu söylemeliyiz sarmal bulut ile görüntülendiği iddia edilen iki ayrı gün batımı fotoğrafı var.

Çeşme’de, Fethiye’de ve dünyanın birçok yerinde görüntülendiği iddia edilen sarmal bulut fotoğraflarının yerini bir google araması ile belirledik.

Fotoğraflardan ilki aslında İtalya Corniglia’da 05.06.2014’de görüntülenmiş bir gün batımın ait, çoğunlukla sarmal olarak isimlendirilen bulutlar ise montaj.

İkinci fotoğrafın ise Fethiye’de çekildiğini ve Ilkgul Menzil adlı sosyal medya kullanıcısı tarafından Facebook ve Instagram hesaplarında paylaşılmasının ardından yaygınlık kazandığını tespit ettik.

İlkgül Menzil’in paylaşımında“fotoğraf ve düzenlemenin” kendisine ait olduğunu belirtti.

Söz konusu iddia ile ilgili araştırmalar yapan doğrulama platformu  Malumatfuruş‘da fotoğrafın montaj olduğu kararına varmıştır.

1- Fethiye’de görülen sarmal buluta ait olduğu iddia edilen fotoğrafı, İlknur Menzil adlı sosyal medya kullanıcısı paylaşarak ”fotoğraf ve düzenlemenin” kendisine ait olduğunu belirtti. 

2- ABD’de görülen ”el şeklinde bulut” iddiası ❌

Sosyal medyada gündeme gelen ABD’de görülen, el şeklinde bulut’a ait olduğu iddia edilen video yankı uyandırdı. Video aylar önce ABD başta olmak üzere birçok ülkede sosyal medya kullanıcıları tarafından paylaşıldı.

Türkiye’de de hızlı yayılım göstererek viral olan iddia kaynağı video konuşulup tartışılmaya devam ediyor. Maradona’nın vefatının ardından el şeklinde buluta ait olduğu iddia edilen görüntüler “Maradona’nın doğduğu Arjantin’in Lanus şehrinden” başlığı ile paylaşıldı. Araştırmalar sonucunda, gökyüzüne doğru uzanan el şeklinde bulutun yer aldığı videonun  Jessen Carlos adlı sosyal medya kullanıcısı tarafından oluşturulduğu gerçeği ile karşılaştık.

Jessen Caros‘un videoyu, resmi sosyal medya hesabından 10 Nisan 2020’de paylaştığı görülüyor.

İddia kaynağı videonun 3D render tekniği kullanılarak nasıl düzenlediği, Caros’un Youtube hesabındaki başka bir videoda yer alıyor.

2- El şeklindeki bulut görüntüsü Jessen Carlos adlı sosyal medya kullanıcısı tarafından oluşturuldu. İddia kaynağı videonun,  3D render tekniği kullanılarak nasıl düzenlediği, Caros’un Youtube hesabındaki bir videoda yer alıyor.

3-”En bulut şeklindeki bulut” iddiası ❌

Bir süredir yerli ve yabancı birçok sosyal medya kullanıcısı tarafından ”en bulut şeklinde bulut” başlığı paylaşılan bir fotoğraf yoğun ilgi görüyor.

Sosyal medya kullanıcılarının sevimli buldukları buluta ait fotoğraf, onbinlerce kişi tarafından paylaşılarak yüzbinlerce beğeni aldı. Sosyal medyada şaşırtıcı fotoğraflar paylaşan @opacarofilia_ adlı hesap, iddia kaynağı fotoğrafı paylaştıktan sonra yaklaşık yüzbin yeni takipçi kazandı.

Görselde buluta yakın konumda olan baca ve çatının yamukluğu, renkler arası geçişlerde piksel düşüklüğü fotoğraf üzerinde düzenlemeler yapılmış olduğunu gösteriyor. 

Fotoğrafı, photoshop olması sebebiyle tiye alan sosyal medya kullanıcılarının yanı sıra  iddia kaynağı buluta ait fotoğraf üzerinde oynanmış olduğunu tespit eden araştırmalar da var.

3- ”En bulut şeklindeki bulut” görseli iddiasında buluta yakın konumda olan baca ve çatının yamukluğu, renkler arası geçişlerde piksel düşüklüğü fotoğraf üzerinde düzenlemeler yapılmış olduğunu gösteriyor.

4-Mumbai’de görülen ”mamutus bulutu” iddiası ❌

Mamatus bulutlarına ait olduğu söylenilen çarpıcı bir görüntünün, Mumbai semalarında fotoğraflandığı iddiası bir süredir sosyal medyanın gündeminde. Aynı zamanda haber mecralarında da yer alan iddia görseli dikkatleri üzerine çekiyor.

Birçok ülkede sosyal medya kullanıcıları mamutus bulutlarını gösterdiği iddia edilen fotoğrafı paylaşarak, şaşkınlıklarını dile getiriyor. Araştırmalarımız sonucunda söyleyebiliriz ki, söz konusu görüntü, ABD’li dijital sanatçı Brent Shavnore’a ait bir sanat eseri ve gerçek bir fotoğraf değil.

Viral görüntüyü “Brent Shavnore” anahtar kelimesiyle aratarak fotoğrafın, 29 Ağustos 2020’de Brent Shavnore’ın Facebook ve Instagram sayfalarında yer aldığını gördük. Ayrıca, iddia kaynağı görüntüyü tersine arattığımızda, stok fotoğraf web sitesi ” iStock ” da fotoğrafın orijinal halini de bulduk. Resmin açıklamasında, “Altın saatte Mumbai’nin güney merkezinin panoramik görünümü” yazıyor. India Today Sahte Haber Karşıtı Haber Savaş Odası (AFWA) da iddianın doğru olmadığını tespit etti.

4-Mumbai’de görülen mamutus bulutuna ait olduğu iddia edilen fotoğraf, ABD’li dijital sanatçı Brent Shavnore tarafından düzenlendi, gerçek bir fotoğraf değil. Fotoğrafın iStock’da yer alan orijinal halinde bulutlar yer almıyor.

5-Moskova’da görülen ”çift sarmallı DNA bulut” iddiası ✔

Sosyal medyanın ilginç bulut iddiaları arasına bir de ”çift sarmallı DNA bulut” iddiası eklendi. Yüksek oranda ilgi görerek hızlıca yayılan iddia, sosyal medyada platformlarında ve birçok haber mecrasında yer aldı.

Görsel arama yöntemini kullanarak fotoğraf hakkında birçok bilgiye ulaştık. 24 Aralık 2012’de, Rusya’nın Moskova kentinin hemen dışında görüntülenen ” çift sarmal DNA” yapısına benzeyen bulut, birçok amatör fotoğrafçı tarafından görüntülendi. Fotoğraflar ise netall.ru adlı bir siteye gönderildi.

Kaynak: www.netall.ru/gnn/photo_day
Kaynak: www.netall.ru/gnn/photo_day

İddia kaynağı fotoğraf gerçek ancak durumun geçerli bir açıklaması yok. Birçok görüş bunun bir tür Contrails olabileceğini söylüyor. Contrails veya buhar izleri, bazen uçağın arkasında oluşan uzun ince yapay bulutlardır. Oluşumları çoğunlukla uçak motorlarının egzozundaki su buharı tarafından tetiklenir, ancak kanat ucu girdaplarındaki hava basıncındaki veya tüm kanat yüzeyi üzerindeki havadaki değişiklikler tarafından da oluşabilir. Tüm bulutlar gibi, kontralar da milyarlarca sıvı damlacık veya buz kristali süspansiyonu şeklinde sudan oluşur. İzlerin oluşturduğu yükseklikteki sıcaklık ve neme bağlı olarak, sadece birkaç saniye veya dakika görünebilir veya saatlerce sürebilir ve birkaç mil genişliğe de yayılabilir. İddia kaynağı fotoğrafın doğru olduğunu destekleyen birçok araştırma var.

5-ABD’de görüldüğü iddia edilen çift sarmallı bulut gerçek. Birçok kişi tarafından farklı açılardan görüntülenen bulut, haber mecralarında yer alarak çeşitli doğrulama platformları tarafından da doğrulandı.

6- İstanbul’da görülen ”köpek şeklindeki bulut” iddiası ✔

2020 yılı haziran ayında İstanbul’da görüldüğü iddia edilen köpek şeklindeki bulut görseli, sosyal medyada gündem oldu. Yüksek oranda ilgi gören, doğruluğu hakkında konuşulup tartışılan iddia kaynağı fotoğraf, paylaşılmaya devam ediyor.

 

Kısa bir sürede yüzbinlerce beğeni alan köpek şeklindeki buluta ait fotoğraf, binlerce sosyal medya kullanıcısı tarafından da paylaşıldı. Fotoğrafta yer alan köpek şeklindeki bulutu sevimli bulan, bunun bir doğa harikası olduğunu düşünenler kadar iddiaya şüphe ile yaklaşanlar da var. Fakat detaylı araştırmalarımız şunu gösteriyor ki, iddia kaynağı fotoğraf gerçek.

19 Haziran 2020’de İstanbul’da gökyüzünde beliren devası köpek şeklinde bulut, birçok farklı semtten ve birçok farklı açıdan görüntülendi.

Herkesi hayrete düşüren bu ilginç bulut oluşumu, haber mecralarında da yer aldı.

6-19 Haziran 2020’de İstanbul’da gökyüzünde beliren devası köpek şeklinde bulut, birçok farklı semtten ve birçok farklı açıdan görüntülendi. Herkesi hayrete düşüren bu ilginç bulut oluşumu, haber mecralarında da yer aldı.

7-”İstanbul’da görülen fırtına bulutları’ iddiası ❌

Twitter’da 29.11.2021’de #fırtınalı etiketi ile dolaşıma giren, kara bir bulutun altında Süleymaniye Camii ve Haliç manzarasının görüldüğü fotoğraf, sosyal medyada gündem oldu.

Geçmiş yıllarda fotoğrafın orijinal halinin, Tacettin Ulaş tarafından Dreamstime adlı stok görsel sitesinde paylaşıldığını tespit ettik. Burada fırtına bulutlarının olmadığı görülüyor.

Kasım 2021’de tekrar gündeme gelen, İstanbul’da fırtınanın görüntülendiği anı yansıttığı sanılan stok görsel aslında 2020’den bu yana değiştirilmiş hali ile dolaşımda. Fırtına konsepti Brent Shavnore tarafından dijital olarak tasarlanmış. Malumatfuruş ve Teyit.org doğrulama platformu da 2021’de tekrar gündeme gelen fotoğrafın, dijital olarak değiştirildiğini doğruladı.